Sokağa çıkıp insanlara “Türkiye’nin en büyük sorunu nedir?” diye sorulsa hiç kuşku yok ki herkesten farklı farklı yanıtlar alınır. Kimi bu soruya hayat pahalılığı cevabını verir, kimi gayri hukuki uygulamalar der, kimi yolsuzlukları dile getirirken çoğu kişi de özgürlük ortamının kısıtlılığından bahseder. Şüphesiz bunların hepsinin önemli ölçüde haklılık payı da vardır. Fakat bu sorunlar kadar sözü edilmese de en az onlar kadar önemli bir diğer sorunumuz da insanlarımızın birbirlerine karşı güvensizliği, hoşgörü eksikliği ve ötekileştirme eğilimidir. Aynı ülke vatandaşlarının birbirlerinin en doğal talep ve hassasiyetlerinin ardında alt sebepler aramaya başlaması ve bunlara karşı hoşgörüsüz bir tavır takınması, ulus olabilmenin en temel şartı olan “kader birliği” ilkesine ciddi biçimde zarar vermektedir. Fakat bu tür bir süreç içerisinde, olabileceklerin herhalde en kötüsü bu tür zıtlaşmalara devlet yöneticilerinin de çanak tutmasıdır ki bugün Türkiye’de yaşanan da ne yazık ki tam olarak budur. AKP yönetimi gerek eylem gerekse de söylemiyle kendisini sadece AKP seçmenlerinin temsilcisi olarak gördüğünü belli etmekte, toplumun çoğunluğuna ve onların değerlerine yönelik rencide edici ifadeler kullanmaktan çekinmemekte hatta kimi zaman kendi kitlesini bu “sözde vatandaşlara” karşı kışkırtmaktan da geri kalmamaktadır. Bu eğilim AKP’de öylesine etkilidir ki, AKP iktidarının başlangıcından beri Türkiye toplumundaki belki de en çok göze çarpan değişim farklı eksenlerdeki halk grupları arasındaki ayrımın keskinleşmiş olmasıdır. Kullandığı söylemler ve izlediği politikalarla AKP çoğu zaman resmi sorumluluğunu da hiçe sayarak Türkiye’de halk içindeki bölünme eğilimlerini güçlendirmekte ve güven sorununu en üst noktaya çıkarmaktadır. Bu yaklaşımın tam zıddında ise geçtiğimiz günlerde sekizinci yıldönümünü andığımız Gezi Parkı Direnişine hâkim olan çoğulcu ve bütünleştirici ruh vardır. Gerçekten de Gezi Direnişi sırasında meydanlarda toplanan halk arasında tüm ayrımlar ortadan kalkmış, AKP’nin günden güne artan baskıcı eğilimleri karşısında etnik köken, din, mezhep, yaşayış tarzı gözetmeksizin halkın büyük bir bölümü bu özgürlük mücadelesine bizzat kendi değerleriyle katılma yoluna gitmiştir. Öyle ki bu olayların ortaya koyduğu önemli bir gerçeklik bir arada yaşayamayacakları düşünülen/empoze edilen halk kesimlerinin ortak amaçlar doğrultusunda çok da arzu edilir biçimde aynı safta buluşabildikleri olmuştur. Bu sebeple, Gezi Direnişini karakterize eden hissiyatın tüm Türkiye toplumunda ve siyasetinde yaygın hale getirilmesi ülkedeki ötekileştirme sorununu çözmenin de en ideal yoludur. İktidarın yaratmaya çalıştığı tüm algıya rağmen şu açıktır ki Gezi suç değildi ve Gezi’ye katılanlar da suçlu değildi. İnsanların, kişisel özgürlüklerine, yaşam tarzlarına baskı hissettikleri bir ortamda barışçıl yolla seslerini duyurmaya çalışmaları gayet haklı ve meşrudur. Üstelik haklarının bilincinde olan bir toplum sağlıklı bir demokrasinin de en başta gelen gereksinimidir. Dün Gezi’de ortaya koyulan bu tavır ve birliktelik, gelecekte Türkiye’nin toplumsal yapısının en ideal şekilde nasıl formüle edilebileceğinin anahtarını sunmaktadır. AKP iktidarında geçen uzun yıllar, iktidar partisinin toplum içindeki zıtlaşmaları ve güven sorununu çözmeye hiç de niyetli olmadığını, aksine gündelik siyasi çıkarlar için bunları en faydacı şekilde kullanmaktan geri kalmadığını açık biçimde göstermiştir. Bu sorunun çözümü tüm yurttaşlarını, tüm toplumsal grupları aynı ölçüde kucaklayan, ayrımlar değil birliktelikler, korkular değil umutlar üzerinden ilerlemeyi öngören yeni bir siyasi mantalitenin geliştirilmesine bağlıdır. Bu amaç çerçevesinde mücadele vermek de bugün kendisini yurtsever ve demokrat sıfatında tanımlayanların ve tabii ki tüm muhalif grupların önündeki en önemli ve en acil sorumluluktur.