Metrodan çıkıyorum. Benim için hala İstanbul’un buluşma noktası olan Taksim Meydanındayım.
Metrodan çıkıyorum. Benim için hala İstanbul’un buluşma noktası olan Taksim Meydanındayım. Ellerinde telefonları arkadaşlarını bekleyenler, meydanda yer alan Cumhuriyet anıtı önünde fotoğraf çekme sırasına girmiş turistler, sivil polis olabilir mi diye düşündüğüm kestane satıcısı... Bir çocuk bağırıyor: “Soğuk suuu”
Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir köşesinde su deposunun bulunduğu bu alanın bir meydan olarak kimlik kazanması Cumhuriyetin ilk yıllarına denk geliyormuş. Su deposu hala köşede. Meydan da ismini, depolanan suyun taksim edildiği Taksim Maksemi’nden almış.
Karşımda Taksim Camii, arkamda Atatürk Kültür Merkezi. Caminin ilk açılışının da, AKM’nin üçüncü açılışının da tarihi 2021. Taksim’in camiye ihtiyacı var mıydı tartışmaları geliyor aklıma. Avrupa’daki her meydanda bir kilise varken Taksim’de neden cami olmasın? Peki ya ihtiyaç yoksa neden kamu bütçesi harcansın? Bu cami gerçekten ihtiyaçtan mı inşa edildi? Yoksa amaç sosyal medyada ileri sürüldüğü gibi “seküler muhafazakar” çatışması yaratmak mı? Bazıları Gezi direnişine bazıları da AKM’ye tepki olarak inşa edildiğini iddia etmişti. Aklıma Gezi direnişi zamanları geliyor. O zaman henüz üniversite ikinci sınıftayım. Ders çalışmayı bırakıp da Gezi’ye gidişimi hatırlıyorum. Sağımda hala uzanan o parka bakıp kendimle bir kez daha gurur duyuyorum.
Taksim Camii’ye ilişkin sorduğum soruların bende bir cevabı yok. Öyle ya her soru cevaplanmak zorunda değil diye düşünerek camiye doğru ilerliyorum. Üzerimde uzun bir elbisem var. Fakat girişteki görevli yırtmacım olduğu için oradaki kıyafeti giymemi rica ediyor kibarca. Düşünememişim yırtmacın gözükeceğini diyorum. Meğer kadının eteğinin yırtmacı var diye şikayet eden olmuş daha önce. İçimden şikayet edenler kadının yırtmacına bakacağına namazına baksın deyip kıyafeti giyiyorum. Görevli beni duymuş gibi gülümsüyor. Aklıma Barselona’nın ünlü Sagrada Familia bazilikasına kıyafeti uygun değil diye alınmayıp şal almak için 10 euro vermek zorunda kalan bir turist geliyor. Ziyaretçilere ücretsiz şekilde giysi verilmesinin aslında takdir edilmesi gereken bir uygulama olduğunu fark ediyorum.
Cami tahminimden daha küçük. Meğer bu kadar büyük gözükmesinin sebebi aslında bir külliye olmasıymış. Yeni öğreniyorum. Alanda çok amaçlı salon, otopark, kafe ve kitapevi de var. Pek etkilenmediğim ve acaba daha farklı bir yapı kurgulanabilir miydi diye düşündüğüm camiden çıkıp kitapevine gidiyorum. Beklentilerimin ötesinde. Nazım Hikmet’in şiirleri var mı diye bakıyorum, varmış. Yaratılmaya çalışılan çatışmaların içerisine çekilme eğilimimi fark edip önyargılarımdan rahatsız oluyorum.
Külliye’den çıkıp meydana geri geliyorum. Yayalaşması iyi bir şey olsa da bu kadar beton olmak zorunda mıydı diye düşünüyorum. Yerden yansıyan sıcak rahatsız edici boyutta. Çocuk hala bağırıyor ve ben AKM’ye yöneliyorum. İstanbul’un sanat ihtiyacının karşılanması için hayali 1930lu yıllarda kurulan, temelleri 1946’da atılan ve ilk olarak 1969 yılında “İstanbul Kültür Sarayı” adıyla açılan AKM’nin yeniden inşa edileceği söylendiğinde meydanın sembolü haline gelen bu binanın yıkılmasının İstanbul’un ruhuna zarar vereceğini düşünmüştüm. Buradaki amaç meydanın ihtiyacı olan yeni ve “modern” bir bina yapmak mıydı yoksa Gezi direnişi döneminde binaya asılan pankartların bir intikamı mı? Herkes bunu sorguluyordu. Karşılıklı duran iki yapının arkasında bu kadar çok sorgulamalar olmasına üzülüyor ve yaşadığım şehir için yapılanların gerçek nedenlerini bilemiyor olmamıza kızıyorum.
AKM’nin içerisindeyim. Kültür merkezine x-rayden geçerek girmekten rahatsızım. Bu ilk gelişim değil. Daha önce sergi gezmek ve opera izlemek için gelmiştim. Sergi için geldiğimde kütüphaneyi de ziyaret etmiştim. Bu ziyaretlerimde Gezi sebebiyle kendimle duyduğum gururumun sarsıldığını hatırlıyorum. Bunun sebebi de kütüphaneyi ve opera binasını beğenmiş olmam. Beğenmemeli miydim? Daha önce çok beğendiğim kütüphaneye tekrar ilerliyorum. Burası bir sanat kütüphanesi. Birçok sanatçı ve sanat eserine ait kitapları da akademik yayınları da bulabilirsiniz. Başka kitaplar da var tabii. İçerisi hafif serin. İster alt katta çalışabilir isterseniz de balkonlarında gezerek ahşap raflardaki kitapları karıştırabilirsiniz. Siz de kütüphaneleri sevenlerdenseniz burada huzur bulacağınıza inanıyorum. Duchamp’ın eserlerinin olduğu kitap gözüme çarpıyor, biraz onu karıştırıyorum. Porselenden bir pisuvarı sergiye gönderip reddedilmiş bir sanatçı Duchamp. Tahmin edilebileceği üzere sanat nedir tartışmalarına yaptığı katkı büyük. Daha sonra en alt kata inip bu seyahatname denemesini yazmaya başlıyorum. Bu cümleyi tamamladığımda da acıkmış olduğumu fark ediyorum.
Bir seyahatname denemesinin içinde yemek de olmalı diyerek AKM’nin içine bakıyorum. Burada sevmediğim bir şey var. Bir kültür merkezi içerisinde bu kadar kahve dükkanı gerçekten olmalı mı? Kahve ile yetinmek istemeyip AKM içerisindeki görece lüks olan ve neyseki indirimim bulunan bir restorana gidiyorum. Günün kalabalık olmayan saati, en köşe masada yer buluyorum. Manzara inanılmaz. Yiyecek bir şey ve bir kadeh şarap sipariş ediyorum. Eskiden tek başıma yemek yemeyi sevmezdim, insanın keyif aldığı şeylerin yaş aldıkça bu kadar değişebilmesi ilginç.
AKM’den çıkıp Gezi parkına yöneliyorum. Ağaçların gölgesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum. Etrafta her yaştan insan. Kimi banklara oturmuş kimi de banklarda yer olmasına rağmen çime uzanmış. Yaşlı bir amca seyyar şekilde çay satıyor. Başka bir amca yanındaki arkadaşına üzüm ikram ediyor. Çimde kitap okuyan kadını kıskanıp ben de kitabımı çıkarıyorum: Sabahattin Ali’nin Yeni Dünya adlı öykü kitabı. Geçtiğimiz ay indirimden 30 küsür liraya almıştım. Bir top dondurmadan ucuz. Biraz okuduktan sonra meydana geri dönüyorum.
Köşede polis barikatları duruyor. Kamu malının kullanımı üzerine düşünmeye başlıyorum. Toplantı ve gösteri yürüşü hakkımızı bu meydanda kullanmamıza engel oluşlarına kızıyorum. Haksız yere özgürlüklerinden ve sevdiklerinden uzak tutulanları düşünüyorum. Benim keyifli bir şekilde izlediğim manzaradan neden mahrum kalıyorlar? Parktaki banklarda neden oturamıyorlar? Çimlerde uzanıp neden kitaplarını okuyamıyorlar? İfade özgürlüğümüzü kullanmak neden bu kadar zor bu ülkede? Türkiye bunu hak etmiyor diyorum kendi kendime. Ümidimi kaybetmemeye çalışarak İstiklal Caddesi’ne doğru yola koyuluyorum.
İtiraf etmem gerek, bu yazının amacı İstiklal Caddesi’ni anlatmaktı; fakat meydan bir seyahatname denemesine tek başına konu olmak ister gibi bana baktı. Bu yüzden de İstiklal Caddesi yazısı başka zamana kaldı.
Bir sonraki tecrübede görüşmek dileğiyle.