Cumhuriyete düşman olanlar günümüzde türeyen bir kesim değil, 1923’ten bu yana bu topraklarda var oldular. Fırsat buldukları her an Cumhuriyet değerlerine göz dikmekten geri kalmadılar. Tarihi bir yolculuk yapalım; sene 1923. Cumhuriyetin ilanı tüm yurtta coşku ile karşılanırken İstanbul’da bazı gazeteler ve yine İstanbul’da bulunan bir kesim bu coşkudan rahatsızlık duydu. Tevhid-i Efkar Gazetesi cumhuriyetin ilanını soğuk bir ifade ile servis etti; “Bakanlar Kurulu olayı, pek ani bir suretle mahiyet değiştirerek, bir hükümet şekli ve cumhuriyet meselesine dönüverdi.” Diyerek cumhuriyetin ilanını duyururken dönemin muhalifleri de “Cumhuriyetin zamansız ilan edildiğini” dile getiriyorlardı. “Efendiler devletin adını taktınız, işleri düzeltebilecek misiniz?” sözleri ile cumhuriyete karşı bir tutum sergileyenler mevcuttu. Tarihsel süreçte ve günümüzde cumhuriyet düşmanlarının bazen de Mustafa Kemal Atatürk’ü din üzerinden hedef aldığına şahit oluyoruz. Saldıran, iftira atan, gerçekleri çarpıtan kişilerin ortak özelliğinde tarihten bihaber oluşları ve ülkemiz kurucusuna saldıracak kadar ihanet içinde oluşları dikkat çekiyor. KİMLER RAHATSIZ? Tarihi ve Atatürk’ün demeçlerini hatırlayarak hafızamızı diri tutmakta fayda var. Atatürk’ün din üzerine verdiği bir demeçte “Her şeyden evvel şunu en basit bir dini gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din tekeli kabul etmez. Örneğin din alimleri; mutlaka aydınlatmak görevi bu din alimlerine ait olmadıktan başka dinimiz de bunu kesinlikle yasaklar. O halde biz diyemeyiz ki, bizde özel bir sınıf vardır. Diğerleri dini olarak aydınlatmak hakkından yoksundur. Böyle düşünürsek kusur bizde, bizim bilgisizliğimizdedir. Hoca olmak için, yani dini gerçekleri halka öğretmek için mutlaka din kisvesi taşımak şart değildir. Bizim yüce dinimiz her Müslüman erkek ve her Müslüman kadına toplumu araştırmayı zorunlu kılıyor ve her Müslüman erkek ve Müslüman kadın, dine bağlananları aydınlatmakla sorumlu bulunuyor. Bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde gerçek din alimleri, din alimlerimiz vardır. Fakat bunlara karşın dinin kisvesi altında ilim gerçeğinde uzak, gereği kadar okuyup öğrenmemiş, ilim yolunda değeri kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli bilgisizler de vardır. Bunların ikisini birbiri ile karıştırmamalıyız.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2. Cilt s144) sözlerini kullanarak, din adı altında tarikat yapılanmalarının örgütlenmesini eleştirmiş ve toplumun gerçekleri araştırma, aydınlanma gerekliliğine dikkat çekmiş, dinin suistimal edilmemesi için çaba sarf etmişken Atatürk’ü din düşmanlığı ile anmak, tarih bilmezlikten başka bir şey değildir. 28 Mayıs 2021 günü Ayasofya Camii’nde bir program gerçekleşti; “Örgün Eğitimle Birlikte Hafızlık Projesi” kapsamında düzenlenen icazet töreni. Öğretim Birliği Yasası yani Tevhid-i Tedrisat adı ile bildiğimiz kanun yok sayılarak uygulamaya konulan bir proje ile katılan çocuklara hafızlık icazeti verilirken başka bir kanunun da ayaklar altına alındığını gördük. Sekizinci ve son Devrim Yasası olan, 2596 sayılı “Bazı Kisvelerin (kıyafetlerin) Giyilemeyeceğine Dair Kanun” yok sayılarak çocuklara ruhani kıyafetler giydirilerek tören yapıldı. Yasa tanımazlık, törenin devamında Mustafa Demirkan isimli imamın verdiği vaazda “Bu ve bu gibi mabedlerin mabet olarak kalması için inşa edilmiştir. Öyle bir zaman geldi ki bir asır gibi bir zaman içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müze haline çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kafir kim olabilir… Yarabbi bir daha bu zihniyetin bu milletin başına gelmesini mukadder buyurma…” cümleleri ile haddini aştı ve bardağın son damlasını da böylece taşırdı. Vaazı veren imam, din insanı olmanın sorumluluğunu bilmeyen ve doğrudan Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik ifadeleri ile düşünce özgürlüğünün sınırlarını aşarak, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'e iftira ederek, onu “zalim” ve “kafir” gibi yakıştırmalara maruz bırakıp manevi hatırasına alenen hakaret ettiğinde İslam dinindeki hoşgörüyü dahi bilmeyen imamın, ülkemizin ortak paydası olan Atatürk üzerinden toplumu ayrıştırmasına şahit olduğumda, beni üzen bir diğer durumun da programda hazır bulunan, hakaretlere doğrudan şahit olan ve koltuğunu Mustafa Kemal Atatürk’e borçlu olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın derin sessizliği ve tepki göstermeyişi oldu. Siyasette giderek artan gerilim ve yöneticilerin hakaret dolu sözlerinin bir yansımasını gördük aslında Ayasofya’da. Yaşananlar karşısında 5816 sayılı yasayı hatırlatmakta fayda var. Atatürk’ün hatırasına saygısızlık ve hakareti önlemek için TBMM 25 Temmuz’da 5816 Sayılı Kanunu çıkardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük hizmetlerinin ardından, birçok ülkede saygı ile anılmasına rağmen kurucusu olduğu ülkede onu koruyacak kanuna ihtiyaç duyulması üzücü bir durumdur. Bu tür davranışlara dini duyguların alet ediliyor olması ise kara cehaletten başka bir şey değildir. MESELE SADECE ATATÜRK MÜ? 5816 sayılı Atatürk Aleyhine işlenen Suçlar Hakkında Kanunu'nu; “Madde 1 – Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.  Madde 2 – Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.” hükümlerini içermektedir. Ayrıca bu suçların takibi için şikayet gerekmeksizin Cumhuriyet Savcılarının re’sen soruşturma yapabileceği hususu da belirtilmiştir. Yazımızı okuyanlar “Düşünce özgürlüğü anayasal bir hak değil mi?” Sorusunu sorabilirler. Bu sebeple Anayasamızın 26. Maddesine de göz atmak faydalı olacak; “MADDE 26 – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir. Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz.” Hükmünü okuduğumuzda düşünce özgürlüğünün sınırlarını da çok net görebiliyoruz. İftira, küfür, onur, şeref ve saygınlığı zedeleyici söz ve beyanlar, nefret, ayrımcılık, düşmanlık yaratmaya yönelik bulunan ifadeler, düşünce özgürlüğü ve ifade hürriyeti bağlamında hukuki koruma görmemekte, suç sayılmaktadır. Atatürk’e hakaret yalnızca onun şahsına ve hatırasına hakaret değildir, ülkenin ortak paydasına, onun ülkeyi emanet ettiği gençliğe, geleceğe, çağdaşlığa da hakarettir. Yasalarla korunmak istenen ve soruşturulması için şikayet gerekmeyen bir suçta halen savcıların harekete geçmemesi ile “Ayasofya’da hakaret etmek serbest mi?”  sorusunu sormadan da edemiyor insan.