Bu yaşananlardan anlaşılan şu ki, 2021 Türkiyesi’nde Weber’in bir asır önce bahsettiği modern bürokrasinin hiçbir niteliği ne yazık ki mevcut görünmüyor. Ne liyakat, ne uzmanlık, ne kurallara uygunluk, ne de görevi icra ederken şart olan siyasi tarafsızlık var. 1864-1920 yılları arasında yaşamış olan Alman filozof Max Weber sosyal bilim alanına en fazla katkı yapmış isimlerden biridir. Öyle ki tarihten ekonomi politiğe, hukuk çalışmalarından eğitim tekniklerine kadar çok farklı branşlarda Weber’in imzasını görebilmek mümkündür. Özellikle sosyoloji ve siyaset bilimi konularında literatüre kattıkları Weber’in adını bu iki alanın kurucu babaları arasına yazdırmıştır. Weber’in modern bürokrasi kurumu ile ilgili yazdıkları bu katkılar arasında en kayda değer olanlarındandır. Zira Weber özel olarak bürokrasiyi çalışan ilk kişidir ve kavramın entelektüeller nezdinde popülerleşmesini sağlamıştır. Weber bürokrasi analizini yaparken ilk olarak modern-öncesi dönemin bürokratik yapılanmalarına eğilmiş ve sonrasında bunu modern bürokrasi kurumu ile karşılaştırmıştır. Weber’e göre geleneksel bürokrasi bir hükümdarın çevresinde toplanmış, ona sadakatle bağlı ve her biri kendince imtiyaz sahibi insanlardan oluşmaktadır. Bu sistemde hükümdarın gücünü dengeleyecek mekanizmalar yoktur ve idari/askeri organlar onun otoritesini devam ettirmesi için kullanılmaktadır. Modern bürokrasi ise şahsilikten ayrılmış bir idari örgütlenmedir. Burada memurlar sadece belirli fonksiyonları yerine getirmekle görevlidir ve bağlılıkları kişiye değil kurumadır. Modern bürokraside memurlar liyakate ve uzmanlık alanlarına göre seçilmekte ve görevlerini herhangi bir partizanlık gütmeden yazılı kurallara göre yerine getirmektedir. Weber’in modern bürokrasiyi incelediği ve onun sahip olması gereken asli nitelikleri belirlediği Ekonomi ve Toplum adlı kült eseri 1921 yılında, yani bundan tam yüz sene önce basıldı. O tarihten bu yana Almanya’da ve hukukun hâkim olduğu diğer Batı ülkelerinde bürokratik yapıların bu ilkelere genel olarak uyum sağladığı da söylenebilir. Bizde ise maalesef hikâye çok farklı gelişti. Ülkemizde eskiden beri memur alımlarında kayırmacılık ve siyasi kadrolaşmalara, görev süresince yapılan çeşitli suistimal ve usulsüzlüklere şahit olundu. Ancak devlet kurumlarımız herhalde Cumhuriyetin hiçbir döneminde şimdiki kadar dejenere olmuş, kurum niteliğinden bu denli uzaklaşmış değildi. Bunu görmek için yirmi yılın hesap kitabını bir tarafa bırakıp sadece son birkaç haftadır yaşadıklarımıza bakmak bile yeterli. Önce iktidara yakın SADAT adlı askeri danışmanlık şirketinin harp okullarında üç yıl boyunca mülakatlarda yer aldığını öğrendik. Hemen sonra, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın kurucuları arasında olduğu Türkiye Gençlik Vakfı’nın devletteki atamalara ilişkin genişçe bir “torpil listesi” oluşturduğu ve kamu kadrolarına yerleşmek için bu vakfa katılmanın şart haline geldiği yönündeki iddialara şahit olduk. Onun ardından Polis Meslek Yüksek Okulu’nda genç memur adaylarının bir parti ve siyasi görüşü simgeleyen “Bozkurt” işaretiyle yaptığı kitlesel töreni izledik. Sonrasında ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun bazı Anadolu şehirlerine yaptığı gezilerde, hükümeti değil, devleti temsil etmesi gereken valilerin kendisine randevu vermeyi reddettiklerini okuduk. Bu örneklerde gördüğümüz, devlet kadrolarına alımlarda liyakat ve uzmanlık arayışının bir tarafa bırakılması, resmi herhangi bir sorumluluğu olmayan, sadece siyaseten iktidara yakın olan kuruluşların memur alımlarına en üst dereceden müdahil olması, siyasi kadrolaşmanın azami ölçülere ulaşması, görev icabı tüm kesimlere eşit durması gereken devlet memurlarının siyasi yönelimlerine göre tavır almaları ve yetki alanlarını terk etmeleridir. Bu yaşananlar üzerine CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu bir açıklama yaparak bürokratları hukuk sınırları içinde kalmaya davet etti ve iktidarın değişmesinin ardından, bu uyarıyı dikkate almayan memurların olası hukuk dışı eylemlerinden kişisel olarak sorumlu tutulacaklarını söyledi. Kılıçdaroğlu’nun, memurları TC kanunlarına aykırı iş yapmamaya ve kanunsuz talimatlara uymamaya çağırmak suretiyle aslında en başta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemesi gerekenleri dile getirdiği ifade edilebilir. Esasında modern bürokrasi de hatta modern devlet de bu demektir. Buna verilecek yanıtın da “Bizce de bürokratlar partizanca hislerle asla kanunsuz işler yapmamalılar” ya da “Hangi iktidar gelirse gelsin bizim verilemeyecek bir hesabımız yok” tarzında olması gerekirdi. Ancak iktidar cenahı bu çağrıya karşı sert bir tavır takınmayı tercih etti. Parti sözcüsü Ömer Çelik Kılıçdaroğlu’nun hukuka riayet çağrısını devlet memurlarına yönelik bir tehdit olarak yorumlarken, Grup Başkanvekili Mahir Ünal kendisine “ateşle oynuyorsun” diyerek seslendi. İçişleri Bakanı Soylu ise Kılıçdaroğlu’na “sarhoş narası atıyor” yakıştırması yapmakla kalmadı ve konuyu alışık olduğumuz üzere PKK ve FETÖ’ye bağladı. Bu yaşananlardan anlaşılan şu ki, 2021 Türkiyesi’nde Weber’in bir asır önce bahsettiği modern bürokrasinin hiçbir niteliği ne yazık ki mevcut görünmüyor. Ne liyakat, ne uzmanlık, ne kurallara uygunluk, ne de görevi icra ederken şart olan siyasi tarafsızlık var. Torpil, kadrolaşma, usulsüzlük ve hamaset ise sürüsüne bereket. Üstelik siyasi iktidar bu ilkelerin gerekliliğini önemsemediğini, hatta bunları neredeyse bir ayak bağı olarak gördüğünü çoğu kez gizleyemiyor. Ülkemizden en temel beklentimiz hukuk devleti ilkelerine ve demokratik değerlere uygunluk olsa da medeni dünyada çoktan aşılmış olan sorunlar 2021 yılında gündemimiz olmaya hâlâ devam ediyor. Kurumsal işleyişin tamamen yara aldığı böyle bir ortamda bizlere de ister istemez Weber’in yüz sene önce yazdıklarını özlemek düşüyor.