Kendilerine zorla vals yaptıran yoksa, dindarlara düşen vals gösterisine saygı duymaktır. Özgürlüğün ne olduğu ve sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği konusunda toplum olarak bir zihin berraklığına ihtiyacımız var. 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları geçen haftanın öne çıkan gündem maddelerinden biriydi. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesinin (İBB) düzenlediği organizasyonda belediye personelinin yaptığı vals gösterisi çokça tartışıldı. Bu gösteri, bazılarınca seküler kesime yönelik güçlü bir mesaj olarak görülürken, diğer bazıları ise konuyu yerlilik/millilik çerçevesinde ele alarak eleştirmeyi tercih etti. Konu birkaç gün tartışıldıktan sonra aslında bu hafta itibariyle gündemden düşmüştü ama Deva Partisi lideri Ali Babacan’ın açıklamaları tartışmayı yeniden alevlendirdi. Babacan’ın sözlerine geçmeden önce konuyla ilgili genel bakışımızı özetleyelim. 30 Ağustos’un milli bir bayram günü olması onun sadece Türk kültüründen gelen ritüellerle kutlanmasını gerektirmez. Saldırgan milliyetçi ya da militarist içerik taşımayan tüm sanat ürünleri insanlığın ortak mirasıdır ve farklı kültürlerden gelen insanlarca paylaşılabilir. Köken itibariyle Avusturya halkı dansı olan vals de bu ortak miras unsurlarından biridir ve kutlama amacıyla Türklerce de icra edilebilir. Üstelik vals gösterisi öncesinde kendi kültürümüzün ürünü olan halk dansları da sergilenmiştir. Hal böyleyken vals gösterisinin salt bir özentilik ya da kendi kültüründen kopukluk olarak görülmesi son derece zorlama bir yorumdur. Aynı zamanda vals Türkiye’de sembolik bir öneme de sahiptir. Yüzünü Avrupa medeniyetine dönen Osmanlı entelijansiyası, Osmanlı hanedanının önemli fertleri de dahil olmak üzere vals ile ilgilenmişler ve böylece vals Türkiye’de Batıya dönüklüğün bir simgesi haline gelmiştir. İBB de bu dans gösterisiyle Türkiye’nin yıllardır yaşadığı medeniyet kaybına karşı yüzünü tekrardan Batı kökenli evrensel değerlere, yani Batılılaşma vizyonuna döneceğini belirtmektedir. Eğer eleştiri sahiplerini rahatsız eden husus bu ise, bunun da haklı tarafı yoktur, çünkü Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmayı öngören herhangi bir kesim gayet tabii ki Batı ülkelerini ve onların modelini örnek alacaktır. Öte yandan Babacan bu gösterinin üzerinden beş gün geçmesinin ardından konuya dahil oldu ve milli günler üzerinden dindar vatandaşlara göndermeler yapılmasına izin vermeyeceklerini deklare etti. Babacan’ın bu söylemi birkaç yönden eleştiriye açıktır. En başta, dindar insanların valsten neden rahatsız olacağını veya böyle bir rahatsızlığın hakkaniyetli olup olmadığını sormak gerekir. Türkiye’deki kemikleşmiş sorunlardan biri bazı kesimlerin diğerlerini ezemediğinde kendisinin ezildiğini düşünmesidir. Dolayısıyla eğer kendilerine de zorla vals yaptıran birileri yoksa dindar insanlara düşen vals gösterisine saygı duymaktır. İnsanların en basit, en doğal eylemlerine yönelik bir tahammülsüzlük söz konusuysa kendisini demokratik addeden bir siyasetçinin bunu referans olarak almaması, tam aksine buna karşı çıkması gereklidir. Üstelik Babacan bununla da yetinmiyor ve açıkça buna “izin vermeyeceklerini” söylüyor. Yani ne yapacaksınız, vals gösterisini yasaklayacak, hatta vals yapanları tevkif edecek veya en iyi ihtimalle fişleyecek misiniz? Bundan henüz birkaç gün önce Yargıtay’ın yeni binasının açılışında Diyanet İşleri Başkanının dua etmesi, Cumhurbaşkanı ve Yargıtay Başkanının ise buna ellerini açarak katılmalarına bir itiraz getirmeyen, anlaşıldığı kadarıyla bunda Türkiye’nin anayasal ilkelerine herhangi bir karşıtlık görmeyen Babacan eleştiri sopasını muhalefete ve seküler kesime vurmak için kullanıyor. Bu tavırla yapmaya çalıştığı AKP’den olabildiğince oy kapmak ise bu da çok mantıklı bir strateji gibi görünmüyor. Zira on dokuz yıllık iktidar sürecinin ardından, bu tür lafların hala etkileyebileceği insanlar varsa bunların AKP’den kopması pek de mümkün değildir ve AKP dururken onun benzerine oy vermeyi doğal olarak düşünmeyeceklerdir. Özgürlüğün ne olduğu ve sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği konusunda toplum olarak bir zihin berraklığına ihtiyacımız var. İnsanların, diğerlerinin özgürlüğünü kısıtlamadan ve onların hakkına tecavüz etmeden diledikleri gibi yaşam sürmelerinin meşru olduğu ve farklı yaşam tarzlarının devlet tarafından korunması gerektiği artık zihinlerde yer etmelidir. Farklı yaşam tarzları ve kültürel pratikler üzerinden siyasetçiler halk kesimlerine parmak sallamayı bırakmalıdır. Özellikle seküler kitle bu tavırdan artık fazlaca sıkılmış ve yorulmuştur. Toplumun diğer kesimlerinin olduğu gibi, bu insanların da hassasiyetlerini ve haklarını savunmak demokratik siyasetin doğası gereğidir.