Geçtiğimiz haftanın önemli fakat üzerinde yeterince durulmayan gündem maddelerinden biri, Yargıtay’ın 28 Şubat davasında verilen müebbet hapis cezalarını onaması oldu. Bu kararın ardından, çoğu 80 yaş üstü 14 sanıkla ilgili infaz süreci derhal başlatıldı ve bu kişiler hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Bu kişilerin arasında, ibraz ettikleri sağlık raporlarına rağmen tutuklananlar olduğu gibi, bazı tutukluların F tipi cezaevine nakledildiği haberleri de yine ajanslara yansıdı. 28 Şubat’ın, seçilmiş hükümetin görevini yerine getirmesinin önüne geçtiği ve bu yönüyle sivil siyasete bir müdahale olduğu açıktır. Ayrıca bu “postmodern darbe”nin, halkta yarattığı tepki sebebiyle Refah Partisi’nin ardılı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidar yolunu açtığı ve böylece amacının tam tersi istikamette işlev gördüğü de sabittir. Ancak yine de bu müdahale açık ve tam teşekküllü bir darbe olmadığı gibi insanların hayatını kaybetmesine sebep olan kanlı bir eylem de değildir. Bununla birlikte, demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü hedef alan ve siyasetin doğal akışını sekteye uğratan hukuk dışı bir girişimdir. Bu tür bir yargılamada önemli olan da bu durumun kayıt altına alınmasıdır. Yoksa amaç bu yaştaki insanların çeyrek asır önce yaptıklarından dolayı hapse girmeleri değil, fiillerinin suç olduğunun yargı yoluyla tasdik edilmesidir. Dünyanın farklı yerlerinde benzer durumlarda verilen cezalar da çoğunlukla sembolik nitelikte olmuştur. Dünyadaki örnekler ile Türkiye’deki uygulama arasındaki farklılığın sebebi, ülkemizin toplumsal hafızasında darbeler ve darbe girişimlerinin bıraktığı izlerin halen daha çok taze olması olabilir. Ancak bu durum, muhalefetin eleştiri sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Zira bu adli tedbirin, iktidarın kendi kitlesini konsolide etme amacına hizmet ettiği ve hatta biraz da bunun için kurgulandığı açıktır. Buna rağmen muhalefet, sağlık sorunları yaşadığı belli 80 küsur yaşındaki insanların derdest edilip hücrelere tıkılmalarının pek de üzerinde durmamayı tercih etmiştir. Muhalefetin, askeriye alanıyla ilgili olarak benzer yöndeki tepkisizliği ilk de değildir. Siyasi iktidar, örneğin 104 amiralin bizzat kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili yazdığı ve hükümete yönelik tavsiyeler içeren bir yazıdan “darbe tehdidi” icat eder ve anayasanın kendilerine tanıdığı ifade özgürlüğünü kullanan insanları peş peşe gözaltına alırken Millet İttifakı bileşenleri bu konuda da etkili bir karşıt tavır geliştirmemiştir. Muhalefetin şu gerçeğin farkına varması şarttır: 28 Şubat veya genel anlamda darbeler konusu Türkiye’de ifade özgürlüğünün üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaktadır. Çünkü 28 Şubat’ta mağdur olan iktidar cenahı mağduriyet sırasını o zamandan beri başka kimseye vermemektedir. Şu anda Türkiye’de darbe tehdidi yoktur, darbe tehdidi söylemi sadece muhalif kesimlere vurmak için kullanılan bir sopaya dönüşmüştür. Fakat ülkemizde ifade özgürlüğü net bir baskı altındadır. Bu yüzden de bu konuların tartışılır hale gelmesi, en azından bunlardan dolayı mağduriyet yaşayan insanların hakkının daha yüksek sesle savunulması bugün Türkiye’de toplumsal muhalefetin sağlıklı biçimde işleyişi bakımından elzemdir. Bu yöndeki bir açılım aynı zamanda, muhalefete hükümetin çizdiği gündeme takılı kalmaktan kurtulma imkânı verecek ve iktidar partisinin baskı unsurlarından birini elinden alarak, onun zaten kaybetmekte olduğu söylemsel gücü daha da zayıflatacaktır.