Gündelik siyasette “ulusal çıkarlar” ya da eski adıyla “milli menfaatler” lafını sürekli duyarız. Herhangi bir hükümet yetkilisi, partilerinin izlediği politikaları temize çekmek adına veya bir siyaset yorumcusu ortaya attığı argümanları desteklemek amacıyla bu kavrama sıklıkla atıfta bulunabilir. Kavramın bu denli yoğun kullanılması taşıdığı “kutsiyet” sebebiyledir. Ulusal çıkar ülkede yaşayan tüm insanların ortak faydasına hitap eden bir olgu, bir mit olarak sunulduğundan, buna uygun hareket ettiğini söylemek söz konusu kişilere dokunulmazlık zırhı kazandırmakta, buna muhalefet etmek, hatta bunu kısmen sorgulamak ise toplumdan aforoz edilmeye kadar varan yaptırımlara vesile olabilmektedir. Oysaki ulusal çıkar konsepti büyük ölçüde göreceli bir olgudur. Sözgelimi, toplumun geneline fayda sağlamayan, sadece yönetici elitin çıkarına hizmet eden bir politika halkın desteğini kazanmak için “ulusal çıkarın gereği” olarak sunulabilir. Zira hükümetler, iktidarı kaybetmemek adına toplumun genel çıkarını hesap etmeden veya bunu yeterince önemsemeden bazı politik adımları atabilirler. Örneğin son dönemdeki gelişmelerden yola çıkarsak, AKP Hükümetinin, Afganistan’da Kabil Havalimanının güvenliğini Türk askerinin sağlaması için ABD’ye teklifte bulunması tam olarak bu şablondadır. Hükümet bu adım üzerinden Biden yönetimi ile ilişki kurabileceği bir kanal açmak istemekte ve böylece iktidarının ömrünü uzatmayı ummaktadır. Bu beklentiden dolayı da söz konusu Kabil görevi, Türkiye’nin reel çıkarlarıyla bağdaştırılabilecek hiçbir yanı olmamasına ve Türk askerini sebepsiz yere tehlikeye atmasına rağmen ulusal çıkar söylemi dahilinde dile getirilmektedir. Benzer şekilde, ulusal çıkara hizmet ettiği, yani toplumun genel iyiliğine katkı sağladığı düşünülen bir politika aslında sadece küçük bir zümrenin menfaatine hitap ediyor da olabilir. Toplumlar yekpare varlıklar değildir, bünyelerinde farklı çıkar ve önceliklere sahip sayısız halk grubu vardır. Bu yüzden de toplumun bir kesiminin menfaatine olan bir gelişme diğer bazılarının zararına sebep olabilir. Mesela Türkiye’ye çevre ülkelerden gelen göçler emek-yoğun sektörlerdeki işverenlere ekonomik olarak yarar sağlamaktadır, zira bu sayede, yerli işçiler gönderilip onların yerine sigortasız ve asgari ücretin altına çalışmaya razı olan göçmenler kullanılabilmektedir. Fakat aynı süreç, yerli işçilerin işlerini kaybetmelerine ve işsizler ordusunun büyümesine sebep olmaktadır. Bu yüzden de örneğin son günlerde haberlere yansıyan “Göçmenlerin Türkiye ekonomisine katkı sağladığı” ve dolayısıyla “ulusal çıkara hizmet ettiğiyle” ilgili analizler madalyonun sadece bir yüzünü temsil etmektedir. Göç süreci ortak çıkara değil, göçmenleri ucuz işgücü olarak kullanmak isteyenlerin çıkarına hizmet etmekte, dar gelirli kitleleri ise daha fazla fakirliğe itmektedir. Ulusal çıkar söyleminin en olumsuz yanı ise toplumlar üzerinde ciddi bir baskı unsuru haline gelebilmesidir. Özellikle, iktidarı kaybettiği takdirde ödeyeceği bedelin kendisi için fazlaca maliyetli olacağını hisseden hükümetler muhalif grupları susturmak için sıklıkla bu sopayı kullanabilmekte ve muhalefetin en doğal eylemlerini “ulusal çıkara aykırı” oldukları gerekçesiyle hedef gösterebilmektedir. Ulusal çıkar söylemine aynı zamanda halk kesimleri üzerinde ideolojik ve kültürel bir hegemonya kurmak için de başvurulabilmektedir. Bu kullanımda toplumda azınlık sayılabilecek bir grubun yaşayış tarzı veya kültürel değer ve alışkanlıkları ulusal çıkara uygun bulunmadığından baskılanabilmekte ve devlet belirli bir yaşayış tarzını diğerleri karşısında hâkim hale getirmeyi ulusal çıkarı savunmak etiketiyle sunabilmektedir. Buraya kadar anlatılanlar çerçevesinde şu söylenebilir ki ulusal çıkar söylemi suistimale fazlasıyla açık bir olgudur. Bu söylemin Türkiye’de kullanılışı ise çoğu kez bu suistimallerin en net örneklerini vermektedir.