Velhasıl kelam sistem tıkandı, siyaset kirlendi ve iktidar kayması yaşanıyor. Tek kişilik bir otoriteryanizm ortaya çıktı. Bu düzeni yaratanlar değiştiremezler. Çünkü ondan besleniyorlar. Sistemden besleneneler sistemi değiştiremezler. GİRİŞ Deprem bir doğa olayıdır, ancak deprem öldürmez ihmal öldürür. Evet, insanı öldüren kendi eliyle yarattığı ihmaller zincirinin ona ölüm kusmasıdır. Deprem olduğunda herkes bu acı gerçekle yüzleşir, bir daha dünya asla eskisi gibi olmayacak diye düşünür, fakat zaman geçer yaralar sarılır, birçok şey unutulur, her şey eskisi gibi devam eder. Erzincan Depremi sonrası öyle olmadı mı? Varto, Lice Van Depremlerinde de aynı duyguları yaşadık. 1999 Marmara Depremi bir milat olacak dedik, ama zaman geçti deprem unutuldu, 6 Şubat’ta meydana gelen felaket bu gerçeği bir tokat gibi tekrar yüzüme çarptı. Şimdi önümüzde İstanbul Depremi duruyor. Bunca musibetten sonra bari aynı gaflete düşmeyelim diyoruz. Deprem gecesi İBB Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’nun bu konuda bir seferberlik başlatması bundandı. Bunun hız kesmeden diğer kurum ve kuruluşlarla koordineli bir biçimde devam etmesi şart. Hatay, Maraş, Adıyaman ve diğer illerimizi bize bunu hatırlattı bir kez daha. Deprem anından itibaren İstanbul Yenikapı’da gece gündüz demeden çalıştık. İstanbul gönüllüleri akın akın buraya geldi, halk seferber oldu, kim ne bulursa Yenikapı’ya taşıdı. Malzemeler ayıklandı, paketlendi, tırlara yüklendi ve tırlar büyük duygu seli altında korna çala çala alandan çıkıp giderken birkaç yaranın sarılacağı umudu içimizi sarıyordu. Tam 560 tır böyle gitti. 3500 personel, yüzlerce iş makinesi ha keza. Ve orada kurulan koordinasyon merkezleri ile aş evleri ekmek fırınları kuruldu. Tuvaletler duşa kabinler tanzim edildi. 6000 bin civarında çadır kuruldu. Bir seferberlik ruhu ile 24 saat vardiya usulü bu çalışmalar hız kesmeden devam etti. İki deprem geçirmiş ve üç kardeşini depremde kaybetmiş biri olarak bunların anlamını ruhumun derinliklerinde hissediyordum. Ama bütün bunlar içimdeki yangını soğutmaya yetmiyordu. Karar verdim deprem bölgesine gidecektim. Aşağıdaki yazı üç günlük izlenimlerimi içeriyor. Bir daha böyle bir afet yaşamamak umuduyla sizlerle paylaşıyorum. HATAY, BİR HAYALET KENTE DÖNÜŞMÜŞ Gece yolculuktan sonra sabah Hatay’a girdik. İlk önce İskenderun güzergâhında yol kenarında tek tük yıkılmış binalar göze çarpıyordu. Durum böyleyse felaket anlatıldığı gibi değil dedim içimden. Ama daha sonra bunun ne kadar yanıltıcı olduğunu şaşarak ve derin bir hayal kırıklığı ile ve gözlerime inanmayarak görecektim. Belen’den çıktık, Hatay’a yaklaşınca günlerdir orda olan TISİAD Başkanı Salih’i arayıp, İBB koordinasyon merkezini sordum. Salih, “Siz Samandağ’ı yolundan devam edin koordinasyon merkezi orada” deyince o yola saptık. Zar zor ilerlediğimiz yol kenarında yıkıntılar başlamıştı, fakat gene de facianın asıl gerçeği burada göze çarpmıyordu. Epey gittik, merkeze dair bir şeye rastlamayınca İstanbul’u aradım bilgi istedim, bana oradaki görevli arkadaşların numaralarını attılar, arayıp konum istedim. Biraz sonra İBB koordinasyon merkezindeydik. Biz memleketimizde el yordamı ile gidilecek yeri bulmazken, bu koşullarda bile “gavur icadı” yol tarifi ile yolumuzu buluyorduk. Bu da bilim ve teknolojiden ne kadar uzak olduğumuzun, yıkımın bu kadar büyük olmasının bir sebebinin de bu olduğunu yüzümüze çarpıyordu. KOORDİNASYON TOPLANTISI Oraya vardığımızda koordinasyon toplantısı başlamıştı, Ekrem başkan konuşuyordu. Sağında solunda Hatay’ın belediye başkanları, milletvekilleri ve yetkililer oturuyordu. Hepsi de çok perişan hâldeydi. Biz de geçip oturduk, toplantıya katıldık. İmamoğlu durum tespiti yaptıktan sonra yapılanları ve bundan sonra yapılacakları ortaya koydu. Ardından Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfi Savaş söz aldı. Lütfi Bey harap hâldeydi, ne söylediği pek anlaşılmıyordu, sözlerinin arasında anladığım tek şey Hatay’da 22 bin 900 kişinin öldüğüydü. Kulaklarıma inanamadım. Evet, gerçekten bu rakamı ilk orda duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Oysa birkaç gün önce Lütfi Bey bir televizyona bağlandığında Hatay için ölü sayısının 4-5 bin olabileceğini söylemişti. Şimdi bu sayı da nerden çıkmıştı? Yanımdaki belediye başkanı, ölü sayısı çok daha fazla deyince aklıma cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay’ın ilk açıklaması geldi, bütün deprem bölgesi için 300-500 ölüden bahsediyordu. Daha önce deprem yaşamış biri olarak bu şiddette ve bu kadar büyük alanda meydana gelen can kaybının bu kadar az olması beni hem şaşırtmış hem de rahatlatmıştı. Oysa bunun bu iktidarın bir taktiği olduğunu bütün felaketlerde ölü sayısını az göstererek toplumu alıştıra alıştıra söyledikleri aklımdan depremin etkisiyle olacak çıkmıştı.
Şimdi sadece Hatay’da bu kadar ölü olması ve daha enkazda olanların varlığı da düşünüldüğünde tablo dehşet verici bir hâl alıyordu. Demek ki toplam ölü sayısı açıklanan 45 bini çok geçecek hatta bazılarına göre iki mislini bulabilirdi.
Şimdi sadece Hatay’da bu kadar ölü olması ve daha enkazda olanların varlığı da düşünüldüğünde tablo dehşet verici bir hâl alıyordu. Demek ki toplam ölü sayısı açıklanan 45 bini çok geçecek hatta bazılarına göre iki mislini bulabilirdi. Bir arkadaş oradan toplam sayı için yüz bini bulabileceğini dile getirdi. Bu rakamlar dehşet vericiydi, hem sayıların büyüklüğü hem de ölümlerin istatistik gibi söylenmesi insanın içini acıtıyordu. Oysa her insan kendine göre bir dünyadır. Nice dünyalar altüst olmuş, bu depremle birlikte yıkılıp gitmişti. Ben asıl Defne’yi gördüğümde arkadaşıma hak verecektim. DEHŞET GÖRÜNTÜLER VE HATAY’IN GÖZYAŞLARI! Toplantı sonrası Ekrem Başkanla Adana Mersin programını ayaküstü konuştuk, sonra Lütfi Bey’e geçmiş olsun dileklerimi sunarak neler yapabileceğimizi konuştuk. Ardında Hatay milletvekilleri ve İBB’nin deprem ekibi ile görüştük. Koordinasyon merkezinde bir buçuk saat geçirmiştik. Ben depremin can evinden vurduğu kent merkezini merak ediyordum. Arkadaşlara Defne’ye gideceğimizi söyleyerek koordinasyon merkezinden ayrıldık. Biraz ilerleyince felaketin ortaya çıkardığı manzara inanılmazdı. Enkaza dönmüş yapılar, yan yatmış binalar, birer çöp yığını imiş gibi üst üste düşmüş katlar, çökmüş çatılar, ortadan yarılmış yollar ve bir çürük demir çimento yığına dönüşmüş enkazlar. Bir değil iki değil üç değil bütün şehir böyleydi. Parçalanmış ağaçlar ahşap tarlası gibi sağa sola savrulmuştu, kırık dökük eşyalar oraya buraya saçılmıştı. Bu manzarayı videoya çekerken yanımdaki arkadaşın “ vay, vay, vay…” iniltileri kayda da yansıyordu. Kentin dörtte üçü yıkılmış, ilk “pagan tapınağı”, kilise, Anadolu’nun ilk camisi Habibi Neccar çökmüş ve yıkık vaziyetteydi... Proteston kilisesi yerle bir olmuştu, Ortodoks kilisesinin yarısı yıkılmış ve Yahudi havrası zarar görmüştü... Özetle kentin kültürel çeşitliliğinin adeta simgesi olan yapılar, bugün artık ayakta değildi. Hatay Cumhuriyeti’nin simgesi olan Meclis binası da yıkıktı.
Aman Allah’ım, o da ne, dayanılır gibi değil. Genel olarak bakıldığında Hatay’ın üçte ikisi yok olmuş ama Defne’nin tamamı yok. Şehir bir hayalet kentine dönmüş.
İlerledikçe manzaranın dehşeti biraz daha açığa çıkıyordu. Bir sonraki dehşet bir öncekinden kat be kat artıyordu. Yanımdaki arkadaş gayri ihtiyarı “Hatay yok olmuş, Hatay diye bir şehir yok artık” inleyerek dizini dövüyordu. Gayrı ihtiyarı feryadı figana durmuştu. Burası böyleyse buradan sağ çıkanları daha doğrusu geride kalanların travmalarını varın siz düşünün. Biraz daha ilerleyince bir enkaza dikkat kesildim. Bu görüntü beni alıp yıllar önce ailemin Van’da yaşadığı depreme götürdü. MURADİYE-ÇALDIRAN DEPREMİ 1976 yılıydı, ben lise son sınıf öğrencisiydim. Tarihler 24 Kasımı, saatler 12.22’yi gösteriyordu. Diyarbakır’da Ulucami’nin oradan geçerken o zaman siyah beyaz olan bir televizyondan şu haber okunuyordu: "Merkez üstü Muradiye ve bağlı bucağı Çaldıran’da meydana gelen 7,5 şiddetindeki depremde çok sayıda can kaybı var.” Sonraları resmi verilerle bu depremde 3840 kişinin öldüğü, 9232 bina hasar gördüğü, 2000 kilometrekarelik bir alandaki evlerin %80'i yıkıldığı ilan edildi. Ama gayri resmi veriler bunun çok ötesindeydi. O gece Diyarbakır Seyrantepe’den kalkan bir otobüse apar topar binmiş, yol boyunca genç muhayyilemde ölüm ile kalım arasında gidip gelmiştim. Şimdi herkes ölmüş, bütün yatkınlarımı kaybetmiştim, diye düşünüyordum. “Peki bütün yakınlarım, annem babam öldüyse ben ne yaparım nasıl çıkarım bu hayatın içinden?” Bu düşünceler beynimde dönerken yol alıyorduk. Sabah Van’a indiğimde etraf kan ve ölüm kokuyordu. Devlet hastanesi önünden bir taksi dolmuşa bindim depremin can merkezi ilçem Muradiye’ye gittim. Oraya vardığımda çocukluğumun geçtiği ilçeyi tanıyamadım. Araç daha fazla ileri gidemiyordu. İndim yıkık dökük enkazlar arasında ilerledim. Bizim evin bulunduğu sokağa ulaştığımda üstü başı yırtılmış, yüzü gözü çamura bulanmış perişan hâlde bir kadın ayakta dikilmiş duruyordu. Yaklaşınca tanıdım. Mahallenin ebesi 75 yaşındaki Gözel Neneydi bu. Kızılderili kadınlar gibi tek direkli huni bir çadırın önünde saçı başı dağınık bir biçimde durmuş öyle uzaklara bakıyordu. Sanki bakıyor da hiç bir şey görmüyordu. Dalıp gitmişti. Beni karşısında görünce gaipten bir sesle konuşur gibi “Hey yolcu nerden gelip nereye gidersin” diye sual etti. “Benim Gözel nene, beni tanımadın mı?” deyince “hıı” dedi tekrar içine düştüğü travmanın etkisi ile kendi tufanına dalıp gitti. “Gözel Nene” diye seslendiğinde o çoktan başını kaldırıp o ne aradığını bilemediğim uzak ufuklara dalıp gitmişti bile. Gözel neneyi bırakıp biraz ilerleyince karşıdan gelen babamı gördüm, ona doğru koştum, beni karşısında görünce önce gözleri nemlendi ardından hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Hayatımda babamın ağladığını ilk ve son kez o an gördüm. Ben ise yolda hep kafamda kurduğum hayat direngenliği dersimi şimdi uygulayacaktım, “Metin ol baba, bak bütün ammeyi vurmuş bu felaket, metin ve güçlü olmalıyız” lafları dökülmüştü ağzımdan. Ama nerden bilebilirdim ki babamın tek başına enkazdan çıkardığı üç evladının sıcak ölü bedenleri hâlâ enkaza dönmüş evin avlusunda yan yana yattığını. Bir de evde çalışan olmak üzere dört can vermiştik depreme. Yıkıntılar arasında enkaza doğru ilerleyince avluda koyunları yemlediğimiz kurnede naylonun altından bir cansız kol gözüme ilişti, oradan öyle sarkıyordu, kaldırdım baktım ki en çok sevdiğim bacımın cesedi duruyordu orda, naylonu kaldırmaya devam ettim bir başka kardeşimin cesedi vardı, biraz daha seyirdim diğer kardeşimin cesedi de onun yanındaydı ve bir de evde çalışan çocuğun cesedi… Dört gencecik cansız can yan yana dizilmişti. Ve hayret edilecek bir biçimde ben o depremde hiç ağlamadım. Bunu sonradan yol boyunca kendimi felakete hazırlamama bağladım.
Bizim derdimiz, bir şehircilik politikamızın olmaması; insanın canının ranta feda edilmesi, hükûmetle iş tutan rant çetelerinin aç gözlü kurtlar gibi kent rantlarına saldırıp sonra bu manzaralar ortaya çıkınca timsahın gözyaşlarını dökmek değil mi?
Kış hızla üstümüze geliyordu, kar tepeleri sarmıştı. Kendi cenazelerimizi defnettikten sonra üniversiteli gençlerin kale dibinde kurdukları yardım komitesine yazıldım. O kış sırtımda yardım paketleriyle dağlardaki köylere 45 gün yardım taşıdım. Bu hayatım boyunca unutamayacağım izler bıraktı bende. Yaşamla aramda, acılarla dolu mücadelede hiç unutamadığım bir deneyim oldu. HATAY’DA İTALYAN DOKTORLAR Bu kez Hatay Belediyesi Park ve Bahçeler Daire Başkanlığında kurulu koordinasyon merkezine yol aldık. Orada Salih karşıladı bizi. Oradan Büyükçekmece Belediyesi koordinasyon merkezi ve depremzede barınma yerine gittik. Orada depremzedeler varmış onları da ziyaret edelim dedik. Sonra da İtalyan sahra hastanesine gidecektik. Kapıda İtalyan doktorlarla karşılaştık. Onlarla durumları hakkında konuşmaya başladık. Tam teşekkülü bir hastane kurmuşlar, ameliyat bile yapabiliyorlar. Ancak bugüne kadar yetkili kimsenin kendilerini ziyaret etmediğinden yakındılar. Temizlik ile ilgili bazı sorunlar yaşıyorlardı. Ben hemen İBB koordinasyon merkezine ilettim, ilgilenmeleri için bilgi verdim. Bu arada Büyükçekmece Belediyesi başkan yardımcısı Evren Kılcı de devreye girdi, bire bir ilgileneceğini söyledi. Orada başarılı bir organizasyon kurmuş olan Evren bizi çadırlarında depremzedelerle yemek yemeğe davet etti, İtalyan ekiple birlikte geçip hem depremzedelerle sohbet ettik hem de birlikte yemek yedik. Depremzedeler de İtalyanlar da çok memnun ve mutlu oldular. DEFNE KAN AĞLIYOR! Oradan Hatay belediyesi şantiyesine geçtik. Park bahçe daire başkanı koordine ediyormuş, kendisinden bilgi aldık, sonra Defne’nin merkezine gittik. Aman Allah’ım, o da ne, dayanılır gibi değil. Genel olarak bakıldığında Hatay’ın üçte ikisi yok olmuş ama Defne’nin tamamı yok. Şehir bir hayalet kentine dönmüş. Dikkat çekici bir şey de ortada enkazdan ve iş makinasından başka insanın olmamasıydı. Bir de arada polis ve jandarmalar görülüyordu. Bu durumu sorunca biri insanı allak bullak eden bir cevap verdi. “Deprem anında, sonrasında ve hatta can pazarının olduğu ilk 48 saate ne devletin eli vardı ne de hükümetin yüzü. Onca canımız inliye inliye enkazlarda can verdi gitti. Üç dört gün sonra bir de baktık ki enkazlar müteahhitler arasında paylaşılmış bile.” Yanımdaki arkadaş Tahir gayri ihtiyarı “Nasıl?” diye sorunca, beriki şöyle dedi, “Can pazarının yaşandığı anlarda onlar müteahhitleri çağırıp parsayı aralarında bölüşmeye oturmuşlar. Şimdi bu asker polis de depremzedelerden ziyade onlara bir saldırı olmasın makinalarına bir şey olmasın diye buradalar onların güvenliğini sağlıyorlar” Bunları duyunca kulaklarıma inanamadım. Akşam olunca kentin üzerine toz bulutlarıyla birlikte derin bir hüzün de çökmüştü. Hüzün öyle çökmüştü ki Ahmet Arif’in dediği gibi, “Hani kurşun sıksan geçmez geceden” misali. MERSİN’DEKİ DEPREMZEDELER Ertesi gün Adana üzerinden Mersin’e geldik Ekrem başkanla birlikte. Mersinde büyükşehir belediyesi ziyaretinden sonra depremzedelerin yaşadığı Yenişehir Fuar Alanına yerleştirilen depremzedeleri görmeye gittik. İçler acısıydı manzara. Ağlayan ağlayanaydı. İmamoğlu’nu gören depremzedeler omzuna başını koyup hüngür hüngür ağlıyordu. Yaşadıkları ortam hijyen ve yaşam koşullarına uygun bir ortam değildi zaten. Geçici olarak buraya alınmışlardı, kendilerine kalıcı bir, bir çözüm bulununcaya kadar. Bulunacaksa eğer tabi…! Bir taraftan depremzedelerin çaresizliği öte taraftan yerel yöneticilerin çaresizliği vardı. Yerel yöneticiler biz bu yükü tek başına çekemeyiz diye feryat ediyorlardı. Vilayetin açıkladığı resmi rakamlara göre 180 bin depremzede gelmişti Mersin’e. Oysa rakam bundan çok fazlaydı. Çünkü Hatay hem Mersin’e yakın hem de burada akrabası çok olan bir şehirdi. Maraş Elbistan, Pazarcık; Malatya Xaçova (Yeşilyurt), Doğanşehir ha keza. Adıyaman, Antep, Urfa’nın Mersin’de yazlıkları çoktu. Onlar da gelmişti. Çoğu arabasına binip gelmişti. O yüzden resmi rakamlara bu sayılar yansımamış. Mersin Belediye başkanı 50 bin de Suriyeli depremzededen bahsediyordu. İçişleri bakanlığının resmi verilerine göre Suriye savaşından ötürü 243 bin sığınmacı vardı Mersin’de. Toplamda 473 bin ediyordu. Gerçek rakamlar ise bunun çok üstündeydi. Nitekim ziyaret ettiğimiz Cemevi Başkanı Hasan Kılavuz buraya gelenlerin resmi kaydı yok diyordu. Aynı şeyi Yenişehir belediye başkanı Abdullah Özyiğit’ten de duydum. Mezitli belediye başkanı öteden beri nüfuslarının göç kaçla ikiye katlandığını söylüyordu zaten. Resmi rakamları bile baz alsak bu yarım milyon nüfus demekti, bunları kim nasıl barındıracak, nasıl geçindirecekti. KENT DİNAMİKLERİNİN BİLDİRİSİ O yüzdem MESİAD ve MTSO ve diğer STK’lar ortak bir deklarasyon yayınlayıp Mersin’in afet bölgesi ilan edilmesini istemişlerdi. İçel ve San TV ortak yayınına birlikte katılığımız MESİAD başkanı Hasan Engin cumhurbaşkanına bu konuda mektup yazdıklarını söyleyince dayanamayıp şöyle dedim: Bizim bu dertlerimizin müsebbibi katı bürokratik merkeziyetçi yapıya dayanan bu sitem değil mi? Olayın müsebbibi bir zihniyet sorunun çözümü olabilir mi ki ondan medet umuyorsunuz?” Tabii o da haklı olarak “ne yapalım hocam şimdilik mühür onda Süleyman o” dedi. Oysa bizim asıl derdimiz zaten bir “patrimonyal sultanizm” anlayışıyla yönetilmemiz değil miydi? Bir şehircilik politikamızın olmaması; insanın canının ranta feda edilmesi, hükûmetle iş tutan rant çetelerinin aç gözlü kurtlar gibi kent rantlarına saldırıp sonra bu manzaralar ortaya çıkınca timsahın gözyaşlarını dökmek değil mi? Üç beş oy uğruna ilan edilen imar afları değil mi? Yer ve yapı denetiminin yolsuzluklara kurban edilmesi değil mi. Velhasıl kelam sistem tıkandı, siyaset kirlendi ve iktidar kayması yaşanıyor. Tek kişilik bir otoriteryanizm ortaya çıktı. Bu düzeni yaratanlar değiştiremezler. Çünkü ondan besleniyorlar. Sistemden besleneneler sistemi değiştiremezler. Tek çare onları ve kurdukları bu çıkarcı rant düzenini değiştirmek… Önümüzdeki seçim vatandaşlara bu fırsatı sunuyor. Bir daha böyle felaketleri yaşamaması için iktidardan hesap sorma fırsatı... Bu fırsat heba edilmemeli, edilmemeli ki insanlığın uzayda taht kurduğu bir çağda bir daha böyle felaketler yaşamayalım.