Eğer insan bir yanı ile sosyal ve duygusal bir varlıksa onun tezahürü de sanattır. İşte bu yüzdendir ki sançtı hep doğrudan, iyilikten ve güzellikten yanadır. Bu yüzden hep muhaliftir. Çoğu zaman olan biteni onaylamazken olması gereken için yol alır ve kimi zaman yol açar. Bu yüzden muhaliftir ve egemenlerle başı hep derttedir. Biliyorum başlık biraz kışkırtıcı oldu, ben de zaten öyle olsun istedim. Bazı konuları iyice bilince çıkarmak için düşünen beyinleri arada sarsmak iyidir. Çünkü günlük yaşam o kadar hızlı bir akışkanlık içinde geçip gidiyor ki bir anda bir günde binlerce şey artarda gelip geçiyor. Sosyal medya, Twitter, TV’ler her gün her alanda doğru yanlış insanın ruhunu, zihnini, dimağını hedef alıyor ve her biri değişik amaçlar için insanı bombardımana tabi tutuyor. İnsan zihni bu bombardıman karşısında kirleniyor ve sonunda bunca yükü taşımaktan yoruluyor.  En sonunda hiçbirine doğru dürüst bir değer atfetmeden bu bombardımanın altında darmadağın bir şekilde ertesi günü bekliyor. Doğal olarak bu kadar hercümerç içinde neyin doğru neyin yanlış olduğu birbirine karışıyor. Bütün bu yaşanmışlıkları toplum zamanla kanıksıyor, bir tepki göstermiyor. Siyasilerin döktüğü timsahın gözyaşları inandırıcı gelmiyor. Başkasının ölümüne ağıt yakarken her gün kendi ülkesindeki ölümleri yok sayıyor liderler. Başkasının açlığını ajite ederken yarısı açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan yurttaşlarını görmezden geliyor. Başkalarına barış telkin ederken kendi ülkesinin muhtaç olduğu toplumsal barışı kurmuyor, talep edenleri susturuyor, sesini yükseltenleri hapsediyor.  Bir yanda İsrail’in uçakları öldürüyor diyor, öte yandan bir seferde daha fazla insan öldürecek uçaklar aldıklarından gururla topluma anlatıyor. Bunca takiye, bunca yalan içinde siyasetçilerin gösterdiği politik reflekslilerin bir karşılığı olmuyor ve ne yazık ki kimse siyasetçilere inanmıyor. Öte yandan iktidar edenler devleti yönetilmesi gereken bir aygıt olarak görmekten ziyade paylaşılması gereken bir ganimet olarak görüyor. Herkes vatan, memleket, Sakarya nutukları altında devlet hazinesini ele geçirmenin derdinde. Ele geçirdiklerinde de kendi usulünce ve çıkarlarınca herkesin gözü önünde yağmalıyorlar. Bu yağmayı da beka ve iç/dış düşman martavalları ile perdelemeye çalışıyorlar. Kaynamayan tencerenin sesi bir taraftan beka ve güvenlik martavalları ile öte taraftan inanç ve din propagandalarıyla kesiliyor. Yani mesele şu ki artık her şey şirazesinden çıkmış durumda. Peki bütün bunlara rağmen bir çıkış yolu yok mu? Var elbette bu makalede siyasetin dışında sanat ve bilimin ışığında bunu tartışacağız. İnsan trajedisinin düalizmleri: İyilik ve kötülük  Geçenlerde şair Yılmaz Odabaşı’nı Mersin’de sanat ve şiir babında ağırladık ve dinledik. Ülkemizin yetiştirdiği kıymetli şairlerden olan dostum Yılmaz Odabaşı’nı dinlerken insanın kaderindeki düalizmleri düşündüm. Onlardan biri iyilik ve kötülüğün bir madalyonun iki yüzü gibi insanın içine tıkıştırılmış olmasıdır. Evet, insan ne saf iyi ne de saf kötüdür, insan, iyilik ve kötülüğün birlikte içine tıkıştırıldığı bir varlıktır. İnsanın içinde biri siyah öbürü beyaz iki köpek yavrusu gibidir iyilik ile kötülük, hırlaşır dururlar, hangisini beslersen o büyür öne çıkar, diğeri yok olmaz ama küçülür, gider karanlık bir köşeye siner, gününü bekler, o gün ya gelir ya da duruma göre hiç gelmez. Buna karşın iyilik büyür iyice hâkim olursa (ki tersi de mümkün) o zaman kötülük ortaya çakacak gücü bulamaz. İyiliği büyütecek ve ortaya çıkaracak en önemli unsurlardan biri (biraz sonra değineceğim gibi) sanattır. (Diğeri hiç kuşkusuz başka bir yazının konusu olan nitelikli eğitimdir.) Bu konudaki başarıları tartışılsa da ailenin, öğretmenlerin, dinlerin, peygamberlerin, kutsal kitapların da iddiası hep budur. Acı ve sevinç: ağlamak ve gülmek İnsanoğlunun yaşamını belirleyen diğer düalizm ise onun mutluluğu ve mutsuzluğunun kaynağı olan gülmek ve ağlamak duygusudur. Bu iki duyguyu en iyi biçimde işleyip insanın gelişimine katkı sağlayan gene sanattır. Sanat hayal dünyamızı ve ruh dünyamızı zenginleştiren en önemli unsurdur, onun da en etkili dalı kanımca edebiyattır. Edebiyatın içinde de biri bizi diyardan diyara götüren romandır, diğeri içimizi en insani duygularla içimizi ısıtan şiirdir. Bu yolculukta roman fazlası olan metinken, öykü fazlalıkları atılmış iyice damıtılmış bir yazı türüdür, şiire gelince o sözün özüdür, hatta bir adım daha ileri gederek söyleyebilirim ki şiir özün özüdür. Peki bunları önümüze kim çıkaracak ve biz onlarla nasıl hemhal olacağız? Misal kapitalizm insan ruhunu zenginleştirmekle uğraşmaz, o sadece kâr peşinde koşar, bu nedenle insan bedenini pazarlamanın peşindedir. Bunu kimi zaman allayıp pullar sanki insanın yararına yaptığını gösterir ama gerçek öyle değildir, gerçek satılabilecek her şeyi satmak, biriktirmek biriktirmektir. Marks bunlar için boşuna “biriktirin biriktirin dininiz de imanınız da biriktirmektir” dememiş. Peki o halde ne kurtaracak gittikçe yozlaşan ve çürüyen dünyayı? İnanıyorum ki çıkar ve güç uğruna girişilen mücadelelerin kan revan içinde bıraktığı bu dünyayı kurtaracaksa gene sanatın insana umut veren gücü kurtaracaktır. Yaşamın diğer trajedisi, eşitsizlik ve anlamsızlık Buradan ikinci bir düalizme, kalubeladan beri insanoğlunun karşı karşıya olduğu eşitsizlik ve anlamsızlık düalizmine geliyorum.  Geçmişte hep vardı ve hap ortadan kaldırılacağı vaadi ile insanlık ilerledi ve o gün hiç gelmedi, mücadele devam ediyor. İnançları uğruna Osmanlı egemenleri tarafından darağacına gönderilen Şeyh Bedreddin diyor ki, güneş herkesin güneşi, hava herkesin; ekmek neden herkesin ekmeği değil? Değil çünkü zaman geçiyor, isimler değişiyor ama sömürülen ile sömürülen, ezen ile ezilen, mazlum ile zalim değişmiyor. İlginçtir ki artık güneş de herkesin güneşi değil. Zaman değişti, artık güneşten güneş enerjisi üretiliyor değil mi, fakat güneş enerjisi de en çok zenginlerin faydalandığı bir enerji haline geldi. Yoksullar pahalı olan bu teknolojiden gene mahrum. Çünkü hem pahalı hem de istenen altyapı onların yaşadıkları yerlerde yok. Teknoloji ilerledikçe bundan yoksullar değil zenginler daha çok yararlanıyor. Örneğin son yılların en çok konuşulan konularından biri olan akıllı kentleri ele alalım. Akıllı kentler de daha çok gelişmiş bölgelerde uygulanıyor, kent çeperleri bundan mahrum, çünkü buralar uygulama için yeterli donanıma sahip değiller. Sinema tiyatro, kütüphane ve kültür merkezleri de hep tuzu kuruların yaşadıkları yelerlerde. Liste uzatılabilir. Birtakım örgütlemeler, kadın kooperatifleri de güya yoksulluğu giderme adı altında çalışıyor, çelişkiye bakın ki bunlar da gene gelir ve eğitim düzeyi daha yüksek olan bölgelerde bu işleri yapıyor. Halbuki bunlara varoşlarda yaşayan kent yoksullarının, dezavantajlı grupların ihtiyacı daha çok var. Bazı iyi halli insanlar, dostlar alışverişte görsün diye ya da bir meşgale olarak kişisel tatminleri için iş olsun diye bu işlerle ilgileniyor. Hal böyle olunca eşitsizlik her tarafta sürmeye katmerleşmeye devam ediyor. Bu da gelir dağılımı adaletsizliğini daha da büyütüyor. Bölgeler ve kesimler arasındaki dengesizlik giderek artıyor. Çünkü zaten kapitlistler büyümeyi seviyor ama adil bölüşümden nefret ediyor. Yoksulların da zaten bunu düzeltecek gücü yok. Peki bu nereye kadar böyle sürecek? Bu dünya zülüm dolu zalim bir dünya olarak daha ne kadar böyle dönecek ve bunu kim/ne durduracak? Bilindiği üzere Nietzsche de insanoğlunun kalubeladan beri iki büyük sorunu olduğunu, bunlardan birinin eşitsizlik, öbürünün de anlamsızlık olduğunu dile getirir. Eşitsizliğin panzehri hukuk ve adalet Eşitsizlikten kısmen bahsettim yukarda. Tabi eşitsizlik sadece bu anlattıklarımla sınırlı değil. Kadın erkek eşitsizliği, zengin fakir eşitsizliği evrensel eşitsizlikler. Bizdeki vatandaş (Kürt- Türk) eşitsizliği, inanç (Alevi- Sünni) eşitsizliği gibi mevzi ve coğrafi eşitsizlikler de var. Sömüren sömürülen, ezen ezilin, zalim mazlum hep bu noktalarda ortaya çıkıyor. İnsan aklı eşitsizliği gidermek için hukuku bulmuş, adalet dağıtsın diye. Bizde hukuk ve kurumları şeklen var olmasına var ama adalet dağıtmıyorlar, çünkü ülkede hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku işliyor. İşte bu yüzden ülkede ne katılım adaleti ne bölüşüm adaleti ne de tanınma adaleti var. Hak hukuk yerlerde sürünüyor. Ez cümle hukuka ulaşmış değiliz, hukuku işletemiyoruz çünkü egemenler buna cevaz vermiyor. Hukuku ve zor tekelini kendi egemenliklerinin daimî için kullanıyorlar. Oysa T.C. Anayasasının 2. Maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, laik, demokratik sosyal bir hukuk devletidir” diye yazar.  Madde böyle ama insan hakları en çok devlet tarafından çiğneniyor. Demokratik diyor ama cumhuriyet demokratik değil. Türkiye Cumhuriyeti devleti laik de değil. Gerecek bir laiklik hiçbir zaman uygulanmadı bu toplumda. Toplumu bir arada tutan temel çimento olan hukuk ise işlemiyor, yani hukuk devleti de rafa kaldırılmış durumda. Üstünlerin hukuku var. Bu her alanda görülüyor. Hani bir söz var Anadolu’da der ki, “et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa ne yaparsın?” Bugün tam da bu aşamadayız. Ne AHİM kararları uygulanıyor ne Anayasa mahkemesi kararları tanınmıyor. Bir siyasetçi AYM kapatalım diyor, başkanı Kandile gitsin diyor. Bir üst mahkeme olan Yargıtay Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Hukuka riayet etmesi gereken cumhurun başı önce kendisi yargı yerine kendi kararını açıklıyor ardından yargıçlar ona göre hizalanıyorlar. Gezi Davasında, Kobani davasında Barış akademisyenleri davasında bu garabetlerin tümü yaşandı, yaşanıyor. Tuz koktu, ne ki bunu düzeltecek bir muhalefet de ufukta henüz görünmüyor. En azından düzelmesi için beş yıl daha mı beklenecek, o da seçimde düzelip düzelmeyeceği, iktidarın değişip değişmeyeceği, değişse bile demokratik olup olmayacağı net ve kesin değil. O halde mücadele bu alanda sürüyor ve sürmeye devam edecek. Yaşamın trajedisi, anlamsızlık!  Nietzsche insanoğlunun sorunlarından birinin eşitsizlik olduğunu ve bunu gidermenin yolunun adalet olduğunu, adalet dağıtmanın yolunun da hukuk olduğunu ve hala insanoğlunun gerçek bir adilliği sağlayacak hukuku tesisi etmediğini, mücadelenin sürdüğünü söylerken öte yandan insan yaşamının en büyük sorunlarından diğerinin de anlamsızlık olduğunu söylüyor. Çünkü insan yaşamının kendinden içkin bir anlamı yok ona ancak insanın teki anlam yükler ve ona göre ilerler, aksi taktirde anlamsızlık nihilizme yol açar, nihilizmde ya pasif nihilizm ya da aktif nihilizm şeklinde tezahür eder ki ikisi de insan için tehlikelidir. Levra pasif nihilizm hiçbir şey yapmadan içe kapanmaya ve çürümeye götürür insanı, aktif nihilizm ise her şeyi kırıp döken anarşizme götürür kişiyi. Biri madem yaşamın anlamı yok bir şey yapmaya gerek yok derken öteki madem yaşam anlamsız o zaman her şey mübah felsefesi ile hareket eder. Sanatın şifa verici yanı Oysa yaşama anlam katacak bir şey var o da yaratıcılıktır ki insanı başta hayvanlar olmak üzere diğer canlılardan ayıran da budur. Levra insan değerli bir varlık, değeri özelliğinden, özelliği de onu diğer canlılardan ayıran yanına dayanır. Bunun akıl ve düşünme olduğu söylense de eksiktir, insanlaşma süreci için vicdan da önemli bir ayraçtır. Tabi bunların toplamının tezahürleri yaratımla ortaya çıkar. Yaratım da iki organla olur; bunlardan biri el diğeri de dildir. El aklın dışarıya uzantısıdır. Maddi kültür öğelerinin tümü bir el tarafından ortaya konulmuştur. Öte yandan maddi olmayan kültür öğeleri ise dil ile oluşur ve kuşaktan kuşağa devreder, bilimin gelişmesi, uygarlıkların ortaya çıkması bu aktarım sayesinde olur. Ama tüm bunlar için evvel emirde yaratım gerekir. Yaratıcılığın tezahürlerinden en etkili yolu sanattır diğeri ise bilimdir. Ancak sanat ile bilim birçok bakımdan birbirinden ayrılırlar fakat malzemeleri hemen hemen aynıdır. Bilimin de sanatında hammaddesi insan, toplum ve doğadır. Ne ki ikisinin dili ve kullandıkları araçlar farklıdır. Sanat coşkulara, duygulara hitap ederken bilim akla mantığa hitap eder. Bu yüzden sanatın yaratımları, romanların şiirlerin cümleleri duygu ve coşku yüklüdür, insanı diyardan diyara sürükler ama bilimin cümleleri kısa ve kurudur, test edilmiş, kanıtlanmış, bilim yasası haline gelmiştir. Sanat toplumsal olanı hayal gücünü kullanarak imgeler yoluyla yeniden üretirken bilim var olanı açığa çıkarır ve bilinir kılar. Bilim olanı sanat daha çok olması gerekeni önümüze serer. O yüzden bilim adamı duygularıyla değil aklıyla hareket ederken sanatçı duygularının yol göstericiliğinde ilerler. Sanatçı duygularla hareket ederken mecaz ve kıyaslamalar yapar, imgeler kullanır, bilim insanı ise bunları yapmaz, o olanı olduğu gibi aktarmakla mükelleftir. Arar, bulur, açıklar. Dünyayı sanat ve bilim kurtaracaktır Dolayısıyla eğer insan bir yanı ile sosyal ve duygusal bir varlıksa onun tezahürü de sanattır. İşte bu yüzdendir ki sançtı hep doğrudan, iyilikten ve güzellikten yanadır. Bu yüzden hep muhaliftir. Çoğu zaman olan biteni onaylamazken olması gereken için yol alır ve kimi zaman yol açar. Bu yüzden muhaliftir ve egemenlerle başı hep derttedir. Egemenler egemenliklerini daim etmek için her türlü yalan dolana başvururlar. Ele geçirdikleri zor tekeliyle insanları sindirir, onlara baş eğdirirler. Sanatçıya bunu yapmaya çalışsa da o buyun eğmez, o yüzden anti demokratik ülkelerin hapishaneleri aydınlar ve sanatçılarla doludur, sürgün yerlerinde onlar vardır. İşte bu yüzden bu kan revan içindeki dünyayı kurtaracaksa sanat kurtaracaktır. Levra hem onun şifa verici iyileştirici bir yönü vardır hem de sanatın ve sanatçının zalimin karşısında baş eğmeyen bir tarzı ve cesareti vardır. Hülasa iyilik ve kötülük, anlamsızlık ve eşitsizlik insanın olduğu yerde hep var olacaktır. Aslolan anlamsızlık, eşitsizlik ve kötülüğü azaltmaktır. Bunu yapmanın çeşitli yolları olsa da en etkin yollarından biri de sanattır. İnsanoğlunun trajedisi bu yolla belki dengeye ulaşabilir. Onun için hep demeliyiz ki yaşasın sanat, yaşasın hayat.