AKP seçim kazanmak için kaos ortamı yaratıyor, baskı ve yasakları arıttırıyor, şiddete başvuruyor, kara propagandaları el altında yürütüyor. Bu kararsızları olumsuz etkiliyor. Oysa kara propagandaların tuzağına düşmemek için muhalefetin etkin ve boşa çıkarıcı bir çalışma yapması lazımdı, yapamadı/yapamıyor.
GİRİŞ
İktidar partisi ve ortağı bir süredir halkın içine düştüğü zor koşulları görmezden gelerek Türkiye’nin ne kadar iyi durumda olduğunu anlatmaya ve bu yollu propagandalar yaparak kendine göre bir algı yaratmaya çalışıyor. Oysa halkın büyük çoğunluğu yoksulluk, onun da yarısından fazlası açlık sınırında. Türkiye’de son yarım asırdır insanların çokça sıkıntı çektiği dönemler oldu, ama hiçbiri bu kadar ağır olmadı. Küçük bir azınlık lüks ve safahat içinde yaşarken milyonlarca insan akşam evine bir kuru ekmek götürmenin derdinde.
Buna rağmen iktidar ve taraftarları “Türkiye Yüzyılı” diyerek ne kadar güzel bir durumda olduğumuzdan dem vuruyor. Bu hâl aslında bilerek ya da bilmeyerek gerçeklerden ne kadar koptuklarının bir göstergesi. Gerçekleri görmek yerine görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Oysa gündüz gerçeklere gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar. Gerçekler orda durmaya, konuşmaya, var olmaya devam eder.
Peki nasıl bu hâle gelindi ve nereye doğru gidiyoruz? Şimdi soru bu. Bunun için de AKP’nin dününe bakarak bugünü çözümlemek daha anlamlı ve doğru olabilir. Sonra gelecek için bazı çıkarsamalarda bulunmak yerli yerine oturtacaktır meseleyi.
AKP’NİN GELİŞİ
AKP, 2000 yılının başında kurulurken, Erdoğan tarafından üç önemli noktada “değiştik” diyerek iktidara gelmişti. Çünkü tabi oldukları Refah Partisi ve onun lideri Erbakan’ın söylemleri dünya gerçekleri ile uyuşmuyordu, bu yüzden iktidara gelemiyorlardı. Erdoğan ve yanındakiler de aynı yolda yürüdükleri taktirde iktidar olmayacaklarını görmüşlerdi. Bunun için ya eskiden birlikte oldukları kadro ve fikriyatla bir kopuş yaşayarak iktidara yürüyeceklerdi ya da yerlerinde sayacaklardı.
Pragmatik olan Erdoğan ve zamanın troykası (Arınç, Gül ve Şener) siyasetin gereğini yerine getirip birinci yolu seçtiler. Değiştik diyerek, geldikleri köklerden büyük bir kopuş yaşadılar, en azından öyle göründüler. Bunu söyleyerek hem dışarda batıya güvence verdiler hem de bunu kullanarak içerdeki meşruiyetlerini güçlendirdiler ve topluma umut verdiler. Çünkü Erbakan ve partisinin söylemleri reel politik açısından geçerli olmadığı gibi meşruiyetlerini zayıflatıyordu.
Erbakan ve Refah Partisi şu argümanları kuvvetle ileri sürüyordu:
1-Biz milli görüşçüyüz, demokrasi bizim için amaç değil araçtır, asıl amaca varmak için bir ara duraktır.
2- AB Hristiyan kulübüdür, girmek bir yana biz AB’yi reddediyoruz.
3-Faiz rıba’dır/haramdır, biz faize karşıyız, İslam Dinarına geçeceğiz.
Bu tezlerle Türkiye toplumundan vize alamayacaklarını, dolayısıyla iktidar olamayacaklarını gören Erdoğan ve arkadaşları bunların tam zıddı bir söyleme sarıldılar ve toplumum karşısına çıktılar.
ERDOĞAN VE AKP NE DİYORDU?
- Biz milli görüş gömleğini çıkardık, demokrasi bizim için ara durak değil amaçtır. (Yakınındaki adamlara “Muhafazakâr Demokrat(lar)” adıyla kitaplar yazdırdılar)
- AB Hristiyan kulübü değildir, değerler manzumesidir ve biz Türkiye’yi AB’ye sokacağız. (2004 yılında AB ile müzakereleri başlattık diyerek Kızılay meydanında gündüz gözü ile çata pat patlattıklarını hatırlayın)
- İslam Dinarı safsatadır, biz serbest piyasa ekonomisini devam ettireceğiz ve Türkiye’yi küresel ekonomiye eklemleyeceğiz. (İktidar olduklarında Kemal Dervişin programını aynen devam ettirdiler.)
Bu iddialarla hem içeriyi hem dışarıyı ikna ettiler.
Bir kere devleti ve mevcut statükoyu değiştireceklerini iddia ediyorlardı. Bir süre böyle devam etiller. Toplum ikna oldu. Muhafazakarların dışında Kürtler, liberaller hatta bazı solculardan bile destek gördüler ve her seçimi kazanarak hegemon bir parti hâline geldiler.
İnsanlar alışkanlıklarını öyle pat diye bir günde kesip bir kenara atmazlar. Bunun bir zamanı ve bir zemini var. Zaman şimdiki zamandır ama zemin hâlâ tam oluşmuş değil. Bu zemini onların yerini almak isteyen muhalefetin hazırlaması lazım.
2011 seçimlerinden sonra bu öz güvenle güç zehirlenmesine uğrayıp siyasal İslam’a evrildiler. Uğradıkları güç zehirlenmesinin de etkisiyle zaman içinde bütün müttefiklerini teker teker dışladılar terk etiller ya da çatıştılar. Bu sürecin ve 20. yılın sonunda geldikleri yer bambaşka bir yerdi artık. Gücün tadı ve iktidarın nimetlerinin sarhoşluğu onları devletle bütünleştirdi. Oysa devletteki statükoyu değiştirme vaadi ile iş başına gelmişlerdi. Devleti değiştirip demokratikleştireceklerine kendiler değişip devletleştiler. Böylece, hegemon bir devlet partisi hâline geldiler. Sonra da parti tüm devlet kurumlarını ele geçirerek kendine göre dizayn etmeye başladı ve adeta bir parti devleti oluşmaya başladı.
Böylece tekrar geldikleri yere dönmeye başladılar. Diğer bir deyişle, güç zehirlemesine uğrayıp, kendilerince artık geri dönülmez noktaya geldiklerinde, 1) Millî görüşe rücu ettiler, 2) AB’den uzaklaştılar, 3) Serbest piyasadan her şeyi belirleyen tek adam ekonomisine, “monokrasiye” geçtiler. Yani değiştiklerini iddia edip toplumu ve batıyı ikna ederek iktidara gelen kadro, seçim üstüne seçim kazanıp güçlenince asıllarına rücu etti. Durum şimdi bu.
HÂLÂ NEDEN BİRİNCİ PARTİLER?
Peki buna rağmen hâlâ neden toplumun üçte birine yakını onların peşinde gidiyor? Bunun çeşitli sebepleri var:
1-İnsanlar alışkanlıklarını öyle pat diye bir günde kesip bir kenara atmazlar. Bunun bir zamanı ve bir zemini var. Zaman şimdiki zamandır ama zemin hâlâ tam oluşmuş değil. Bu zemini onların yerini almak isteyen muhalefetin hazırlaması lazım. Muhalefet ise bir türlü bu güveni veremiyor. Bu alışkanlıkların pençesinde olan kitlelerin bir kısmı hâlâ gelen gideni aratabilir diye endişe ediyor ve kerhen de olsa AKP’ye oy veriyor.
2-Son zamanlarda Kılıçdaroğlu’nun giderek el yükselten çıkışları, iktidarın kafasını ve kimyasını değiştiren söylem ve tutumları, yaptığı çalışmalar önemliydi, ama yeterli değildi.
3-AKP-MHP kutuplaştırıcı politikalar ve uygulamalarla kendi kitlesini sürekli konsolide ederken muhalefet iç didişmelerle zaman ve enerji tüketti.
4-Erdoğan ve Bahçeli biz ve onlar düalizmini sürekli işleyip, kutuplaşmayı derinleştirdikçe fay hatları da onların lehine açıldı. Çünkü kendi kutbunda yer alanları diğerlerine karşı düşmanlaştırıcı bir dille manipüle edip, kendine yakın seçmeni iktidarın nimetleri ile besliyorlar.
5- Kaybetme korkusu yapıştırıcı gibi çalıştırılıyor. Özellikle hayat tarzı ve hesap sorma korkusu var. Muhalefetin “hızla geliyoruz” söyleminin bazı kesimlerde yarattığı korku “kirpi psikolojisi” ile bu kitleyi birbirine yakınlaştırıyor. Birlikte bir arada olmaya yol açıyor, kümeleşip direniyor bu kitle. Daha önceki hatıralarının verdiği alarmla birbirlerine sarılma, “bir dakika buradayız bir yere gitmiyoruz” duygusu yaratıyor.
AKP işin başlarında “umut” pompalayarak iktidara gelmişti. Geldiği noktada korku yaratarak yönetiyor. Sadece muhalif seçmeni korkutmuyor, kendi taraftarlarını da korkutarak yanında tutuyor.
6- AKP seçim kazanmak için kaos ortamı yaratıyor, baskı ve yasakları arıttırıyor, şiddete başvuruyor, kara propagandaları el altında yürütüyor. Bu kararsızları olumsuz etkiliyor. Oysa kara propagandaların tuzağına düşmemek için muhalefetin etkin ve boşa çıkarıcı bir çalışma yapması lazımdı, yapamadı/yapamıyor.
7- AKP’de iktidar nimetlerine alışmış bir kesim var bunu elden gideceğini düşünmek bile istemiyor. Bunun için kendi gerçeğini görmek yerine karşı tarafı karalamak daha kolaylarına geliyor.
8- Sistemden besleniyorlar. Sistemden beslenenler sistemi değiştirmezler ama yanı zamanda değişmesini de istemezler.
İKTİDARIN NEGATİF ALGI YARATMA PROPAGANDASI
AKP işin başlarında “umut” pompalayarak iktidara gelmişti. Geldiği noktada korku yaratarak yönetiyor. Sadece muhalif seçmeni korkutmuyor, kendi taraftarlarını da korkutarak yanında tutuyor. Örneğin iktidar cenahının anti propagandası ile halkın bir kesimi şu noktalarda bazı korkulara sahiptirler: Muhalefet gelirse, sosyal yardımlar kesilir, hayat tarzıma dokunurlar; birbirine benzemeyen çok parti var, birbirlerine düşerler, tekrar kaos ve istikrarsızlık olur; yönetemezler ve gelen gideni aratır vb.
AKP’den filen kopmuş ama ruhen tam kopmamış, hâleti ruhiye olarak hâlâ ona bağlı bir kararsız kesim böyle düşünüyor. Adeta bir sürücü gibi kopup geliyorlar, bir yere de gitmiyorlar, sağa çekerek dörtlülerini yakıp bekliyorlar. Seçim kapıya gelince bu korkuları aşıp ileri gitmek yerine tekrar koptukları yere geri dönüyorlar. Bildiği azı bilmediği çokla değiştirme riskini göze al(a)mıyorlar. Bu sosyo-psikoloji değişmeden AKP’nin üçte birin altına düşmesi zor. Oysa hegemonyanın sonunu getirmek için bu konuda toplumu ikna edecek önemli bir örnek var elimizde.
BELEDİYE SEÇİMLERİ VE SONRASINDAKİ ÖRNEK
AKP ve ortağı MHP 2019 belediye seçimlerinin bir beka meselesi olduğunu söylüyordu, ne oldu? Yalan olduğu ortaya çıktı, kazananlar harıl harıl çalışıyorlar. Ortada bir beka meselesi yokmuş demek ki, sadece kendi siyasi çıkarları uğruna halkı kandırmak, manipüle etmek varmış. Bunun için toplumun sinir uçlarıyla oynayıp oy devşirmekmiş maksatları. Önümüzdeki yerel seçimlerde de benzer şeyler deneyecekler. Bunları topluma “doğru dürüst” anlatmak önemli.
Başka ne diyorlardı? Bunlar kazanırsa sosyal yardımlar kesilir diyorlardı. Kazındılar ve sosyal yardımlar da kesilmedi, hatta fazlası ile sürüyor. Üstelik iktidar bu yardımları merkezden kesiyor. Ör., İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 100 bin yoksul çocuğa dağıttığı süt Sayıştay raporları ile engellenmeye çalışıldı. Neymiş yapmazmış, sütler yabancı marka araçlarla taşınıyormuş. Maksat bağcı dövmek. Gene İBB’nin ulaşım için bazı dezavantajlı gruplar için getirdiği indirimleri “yapamazsın” diye engellediler, neden? Bu indirimi ancak saray yapabilirmiş. Peki belediye ne iş yapacak, kendi otobüsünde taşınan yolcuya dair bir iş yapamayacaksa ne yapacak? O zaman belediyeleri kapatın, saraydan yönetin, olsun bitsin.
Muhalefetin, tıpkı genel seçimlerde olduğu gibi yerel seçimlerde de “nasıl olursa olsun kazanıyoruz” yanılgısından kurtulması, yapılamayacak vaatlerle kafa karıştırmaması lazım. Çünkü sorun sadece siyasi değil, sorun aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültüreldir.
Bir başka örnek: Başörtülüler işten çıkarılacak deniyordu. Bugün de aynı propaganda yapılıyor. Oysa başörtülüler işten çıkarılmadı, herkes işine devam ediyor. Ama bunların yerine hâlâ ayakkabı kutularından çıkan dolarların hesabı sorulmadı; bunca Vakfa İstanbullunun bu kadar parası neden peşkeş çekildi, bunun cevabı verilmedi; o kadar yandaşa onca araba şatafatı neden yaşatıldı anlatılmadı. Onca yoksulluk ve işsizliğe rağmen bu kadar yandaş türedi zengin nasıl ortaya çıktı? Hani bunların cevapları?
Bilindiği gibi demokratik bir yönetimi otokratik olandan ayıran temel şey, şeffaflık, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirliktir. Bunlar yoksa orada demokratik, adil ve hakça bir düzenden bahsetmek mümkün değildir, tıpkı bugün olduğu gibi.
AKP GİTTİKÇE SAHİCİLİĞİNİ YİTİRİYOR
Seçmen bunu gördüğü içindir ki psikolojik üstünlük muhalefete geçmişti, ama muhalefet geçtiğimiz seçimde bunu iyi kullanamadı. Çünkü ekonomik krizin önüne geçmek bir yana iş giderek krizden bunalıma eviriliyor. Yönetenler yönetemez, yönetilenler yönetilemez hâle geldi.
Bir bakalım: Ücret geliri ile geçinen hanelerin yüzde 47’si asgari ücret gelirine sahip
Bir zamanlar Erdoğan’ın yaptığı simit hesabından gidelim. Dört kişilik bir aile sadece günde üç öğün simit çay yese bugün düşünülen asgari ücreti geçiyor. Bunun içinde kira yok, bunun içinde eğitim, sağlık hizmeti yok, bunun içinde su, gaz, elektrik gibi zorunlu ihtiyaçlar yok, bunun içinde diğer zorunlu ihtiyaçlar yok. Sadece simit ve en ucuzundan çay var.
Görüldüğü gibi bu iş yoksulluğu çoktan aşmış artık açlık sınırının altında seyrediyor. Birleşmiş Milletlerin verilerine göre insanların sadece biyolojik ihtiyaçları için gerekli olan para ortalama günde 6 dolardır, bu da ayda 180 dolar, bugünkü kur ile 4860 TL ediyor, yani sadece açlıktan ölmemek için gerekli olan para bu. Yanlış anlaşılmasın bu açlık sınırı değil, açlıktan ölmemek sınırı. Varın gerisini siz düşünün. Fakat bütün bunlara rağmen iktidar hiçbir şey yokmuş gibi toz pembe tablolar çizebiliyor ve hâlâ buna inanan insanlar var. Bu da işi güç hâle getiriyor. Gelecekte de ne tür beklenmedik varyeteler olacak, bilmiyoruz. Ama buna da hazırlıklı olmak lazım.
NASIL OLSA KAZANIYORUZ YANILGISINA DÜŞMEMEK LAZIM!
O hâlde muhalefetin, tıpkı genel seçimlerde olduğu gibi yerel seçimlerde de “nasıl olursa olsun kazanıyoruz” yanılgısından kurtulması, yapılamayacak vaatlerle kafa karıştırmaması lazım. Çünkü sorun sadece siyasi değil, sorun aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültüreldir. Sorun adaletin işlememesi, kalitesizliğin artması, çürümüşlüğün her yanı sarması sorunudur. Kurumlar işlevsiz durumda, memurlar partizanca işe alınmış, niteliksiz… Bir yığın alanda birikmiş dev gibi sorunlar var. Bunların çözümü çok daha önemli. Sadece şikayetle seçim kazanılmaz, kazanılsa da yönetilemeyecek bir tablo ile karşı karşıya kalınabilir. Bunları görmek gerekir.
Örneğin cumhurbaşkanı neden her gün ateşe körükle gidiyor? Kendisi “modelim” diyor. Ama bilerek bir yangını büyütme, enkaz yaratma da olabilir. Sorun sadece lider üzerinden inşa edilebilecek bir sorun değil. Mevcut durum örgütlenerek, yeni örgütlemeler üzerinden topluma bir şeyler anlatmayı gerektiriyor.
Feryat ediyorsun “araba uçuruma gidiyor, durdurun” diye, ama dünya durmuyor. Diyelim ki arabayı durdurdun, tekrar arabayı nasıl çalıştıracaksın ve nereye doğru götüreceksin. Bütün bunlar çok önemli. Bunlar önemli çünkü topluma bu anlamda sadece umut vermek yetmez aslolan topluma güven vermektir. Burada anahtar umut ve kilit güvendir.
SORUNLARA ÇÖZÜM ÜRETMEK
Umut ve güven topluma içerde ve dışardaki sorunların çözümüne dair güven vermeden geçiyor. Pahalılık, işsizlik, yoksulluk, yasaklar, yolsuzluklar, hukuksuzluklar düzeltilmesi gereken temel problemler olarak karşımızda duruyor. Ama başka sorunlar da var. Mesela, çarpık kentleşme, konut ve kira sorunu, kentsel dönüşüm, ulaşım ve altyapı, depreme hazırlık gibi güncel konularda proje üretmek elzemdir. Ayrıca iklim değişikliği, yeşil mutabakat, su meselesi, gıda güvenliği, enerji meselesi, emek sermaye çelişkisi, teknolojik sıçrama, sığınmacı istilası gibi küresel konularda ne düşünüldüğü de önemli. Dünya Marsa giderken siz bu konularda bir şey yapmazsanız, hele hele yeni yetişen genç nesle bir şey söylemezseniz sadece inşaat sektörünün ürettiği dairede karın duyurup niteliksiz bir biçimde kalitesiz bir yaşama mahkûm edersiniz insanları.
İşin diğer bir boyutu da şudur: Diyelim insanlar aç, siz bu duruma dikkat çekip buradan bir ilişki kurmaya çalışıyorsunuz. Ama bu insan aynı zamanda Kürt, muhafazakâr, Alevi, dindar ya da seküler. Yani hâl ve tavırlarını belirleyen bir kimliği var hareket ederken sadece bireysel kimliğine değil bu kolektif kimliğine göre de karar veriyor.
Geçen gün TV’de bunları söylerken, eski bir PM üyesi “ama bu kimlik siyaseti” diye itiraz ediyordu. İyi de sen ismini anmadan Kürdün, Alevinin, muhafazakârın ya da sekülerin sorunlarını nasıl dile getireceksin, buralarda yaşanan hak ihlallerini nasıl anlatacaksın? Bireye yönelik söylemler onu etkiliyor ama ardından dönüp acaba parti benim içinde bulunduğum kolektif sorunlarımın çözümü için ne diyor diye bekliyor. İşte bu noktada sizin burada onlara anlatacak bir hikayenizin olması lazım. Dürtme yetmiyor bir hedefe yönlendirme de olmalı. Burada iş kadrolara düşüyor elbette.
Unutmayın, “kazanıyoruz” rehaveti kaybetmenin döl yatağıdır. Bunun yerine büyük hedeflere kilitlenip ona doğru yürümek önemli. Yerel seçimlerde özellikle İstanbul’da bu başarıldı. Tekrar başarılabilir.
Bugün insanlar kimin yanında yer almalıyım, yanlış seçim yapmayayım diye tereddütle pozisyon almaya sürükleniyorlar. Oysa toplumda değişime ilişkin birikmiş olan enerji siyasete kanalize edilebilmeli. Bunun için toplumsal itirazı, haykırışları ortak bir hayale çevirebilmek çok önemli.