İyilik ve Kötülük: Gölgelerin Dansı ve Persona
Ahmet Özer
İyi ve kötü ve insan
İnsan denilen varlık komplike, karmaşık ve kompleks bir varlıktır. Bu anlaşılması zor
karmaşık durum bedenden ziyade iç yapıya mahsustur ki; kiminin ruh, kiminin psikoloji
kiminin akıl değdiği şeye ilişkindir. Ya da bunları ayrı ayrı ele alırsak bile onların hepsine
ilişkindir. Ama gene de dikkatlice baktığımızda bazı çıkarımlar yapabiliriz.
Gölge Kompleksi
Örneğin Carl Jung'un (Karl Lung) da üzerinde durduğu kötülük kavramı ve bunu açıklamak
için başvurduğu gölge kompleksine bakalım. Bu noktada benim de uzun bir zamandır
sorduğum soru şu: Tamamen kötü bir insan var mı? Ya da tamamen iyi bir insan? Diğer bir
deyişle pür iyi (tamamen iyi) ya da pür kötü (tamamen kötü) bir insandan bahsedebilir miyiz?
Benim kanaatime göre edemeyiz. Levra insanın biyolojik ve psikolojik yapısı içinde "iyi"yi
de "kötü"yü de barındırıyor. Daha doğrusu insan, iyilikle kötülüğün birlikte içine tıkıştırıldığı
bir varlıktır.
Diğer bir deyişle “iyi”” ile kötü” insan ruhunun derinliklerinde bir arada bulunuyorlar.
Hangisinin koşulları oluşursa o ortaya çıkar, ama bu durum diğerini geriye itse de onun
tamamen ortadan kalktığı yok olduğu anlamına gelmez. Şöyle de denebilir, iyilik ve kötülük
insanın içinde iki köpek yavrusu gibi sürekli hırlaşıp dururlar. Biri diğerine galip gelsin diye
çaba sarfeder. Bunu da şüphesiz koşullar belirler.
Sonuçta siz ve çevreniz, (yani aile, toplum, eğitim, devlet vb.) hangisini daha çok beslerse,
hangisine daha çok ortam hazırlarsa o gürbüzleşip büyür, ortaya çıkar, diğer ise bir köşeye
çekilir, siner kalır, ama tamamen ortadan yok olmaz bir gün sıranın kendisine gelmesini
bekler. O sıra ortama, duruma ve süreç içerisinde oluşan karaktere göre gelebilir de
gelmeyebilir de…
Kötülük olmazsa iyiliğin anlamı olmaz
Jung'a göre de her insanın bir karanlık tarafı vardır ve kendisi bu karanlık tarafa gölge ismini
koyar. Bu kötülüğü temsil eden tarafımızdır.
Bu yönümüz ya da bu karanlık tarafımız, toplum tarafından günah diye nitelendirilen
duyguların, bastırılmış arzuların ve vahşi isteklerin toplandığı yerdir. Bu şu ya da bu şekilde
her insan da vardır. O yüzden bir insanın saf biçimde iyi olması ve gölgesinden kaçması
mümkün değildir.
Hata bir insanın iyi olabilmesi için kötülük potansiyelinin de farkında olması lazım. Bir nevi
ışık için karanlığın olması gibi. Nitekim karanlık ne kadar koyu ise ışık o kadar parlak
görünür. Ama unutmamak lazım ki her ışık olan yerde gölge de (potansiyel olarak da olsa)
vardır. Levra, "Kökleri cehenneme kadar uzanmayan bir ağacın dalları cennete kadar
uzanamaz", der Jung.
En iyi dediğimiz insanların bile zalim ve kötü bir tarafı vardır. Bazen ortaya çıkar bazen de
çıkmaz. O halde insanları siyah beyaz gibi iyi ve kötü olarak ayırıp kodlamak yerine insanın
içine dönüp kendi içindeki kötü ile mücadele etmesi daha anlamlı olacaktır.
Kuantumun yansıması gibi!..
Aslında insanı anlamadaki bu gelişme fiziğin dünyayı anlamadaki gelişmelere koşut
gelişmiştir. Fiziğin, bir şeyin ya siyah ya beyaz olduğunu, bir cismin ya hareket halinde
olduğu ya da durağan olduğu, ışığın ya parçacık ya da dalgacık olarak yayıldığının kabul
edildiği kuantum fiziği döneminde bir insan ya iyi ya da kötüdür ya çirkin ya güzeldir, ya
korkak ya kahramandır.
Filmler, romanlar, öyküler, sanat ve edebiyat da insanı hep bu minval üzere (eksik ve hatta
yanlış) işlemiştir. Yüzyıllar boyu değerlendirmeler böyle olmuştur.
Vaktaki fizikte görelilik teorisi keşfedilmiş, yani ışığın aynı zamda hem parçacık hem de
dalgacık şeklinde ilerleyebileceği keşfedilmiş, işte ondan sonra işler tamamen değişmiştir.
Ondan sonradır ki insanların da hem iyi hem kötü, hem cesur hem korkak olabileceği,
(korkakların kahraman, kahramanların korkak olabileceği) ileri sürülmüş, her çirkinin güzel
bir tarafının olabileceği keşfedilmiştir.
Bu durum filmlere, romanlara yani sanata ve edebiyata da yansımıştır. Yani geçmişteki “ya ya
da", yerini "hem hem de" almıştır. (Burada Yaşar Kemal’in “bütün kahramanlar korkaktır”
betimlemesi geliyor aklıma.)
Bir kişi ya iyi kötü olabilir değerlendirmesinden bir kişi hem iyi hem kötü olabilir,
değerlendirmesine geçilmiştir. Hatta aradaki gri alanlar da keşfedilmeye başlanmıştır.
Çok iyi gördüğümüz komşumuzun ailesini katletmesi, hayırsever iş adamının aslında azılı bir
mafya mensubu olması, gündüz işinde gücünde görünen munis adamın gece cinayetler
işlemesi gibi.
İşte bu durumda yapılacak şey sürekli ışığı methetmek yerine içimizdeki gölgeyi
aydınlatmaya çalışmak olmalı.
Herkes bir "personaya" sahiptir
Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Peki ya bu yapılmazsa, yani gölge orada durmaya devam
etse ve ona egemen olan biz "diğerini" oynamaya devam etsek o zaman ne olur?
Bu durumda Jung "persona" kavramını ortaya atar. Persona bir insanın başkaları ile birlikte
iken taktığı maske ya da takındığı rol anlamına gelmektedir.
Bir sosyal ortama girdiğimizde kendimiz olmaktan çıkar başka bir role bürünürüz. Yani
başkalarının bizi görmesini istediğimiz bir yapı sergilemeye çalışırız. Persona sahte gibi
görünse de sosyal ortamlarda kullandığımız bir şey, çünkü karanlık tarafımızı herkese
göstermek yerine bu gibi ortamlarda maske takmak sosyal kabul sağlayan bir şey oluyor.
Yani böyle ortamlarda insanların hepsi az ya da çok peronlarıyla bulunurlar. Demek ki bu
ortamlarda ilişki kuran ikinci kişiliklerdir, asıl kişilikler değil. Diğer bir deyişle sosyal
ortamlar genellikle personaların buluşmasıdır. İkinci kişiliklerin yani. Bir çeşit doğal bir
maskeli balo düşünün onun gibi bir şey.
Bunu kötü anlamda söylemiyorum, insanı tanımak, insan ruhunu anlamak açısından
söylüyorum, insan denen varlık işte böyle bir şeydir.
Fakat bu durumun sıkıntılı tarafı bu maskeyi uzun süre takmaktır. Çünkü o zaman aslı ile
maskeli hal yer değiştirebilir, birbirine karışabilir, o zaman insan büyük bir kişilik
çatışmasının içine düşer, bu girdapta yabancılaşabilir. Bu durumu anlamak
için "gölge" (karanlık-kötü taraf) ile "persona" (karanlığı aydınlık gibi gösteren- kötü tarafı
maske ile örten taraf) kavramlarına bakalım.
Gölgede persona ile dans
Gölge insanın derine ittiği tarafı iken persona insanlara göstermeye çalıştığı tarafı (yüzü)dür,
dedik. Fakat birbirine zıt gibi görünen bu iki kavramın ortak bir tarafı vardır; o da şudur, ikisi
de aşırıya kaçtığı taktirde insanı ele geçirebilir.
Gölgede uzun süre kalan gölgenin kendisine dönüşmektedir. Persona da ise maskeyi uzun süre
takıp o maskenin kendisine dönüşmek şeklinde tezahür eder durum.
Bu noktada tehlike insanın personasıyla (maskeli haliyle) özdeşleşmesidir. Bir profesör ders
kitabıyla, bir tenor sesiyle, .... bir güzelin narsizmiyle özdeşleşmesi gibi. Kişi personasıyla
kendisine zarar verebilir, daha tehlikelisi ise kişinin personasıyla çevresine zarara verebilecek
olmasıdır.
Personanın ikili bir işlevi vardır: Persona bir yandan başkaları üzerinde olumlu bir izlenim
bırakmak öte yandan kişinin kendi gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmıştır. Kimi zaman
gerçek doğasını gizlemek kısmı tehlikeli de olabilir. Çünkü kişi sadece bunu iyi izlenim
bırakmak için değil gerçek niyetini (kötü tarafını) gizleyip işlemek istediği şeyi yapmak için
de kullanabilir.
Şirin görünen bir seri katil olmak gibi. Tamamen şirin, iyi görünümlü, esprili görünerek
kurbanını manipüle ederek tuzağına düşüren sonra da onu öldüren katili düşünün.
Ölüler, deliler ve çocukların hikmeti!
Peki, hiç persona kullanmayan kişi var mı?
Var: Ölüler, delililer ve de çocuklar (Freud da bu kişilerde "gerçeklik" ilkesi -toplum
tarafından oluşturulan kaide ve kurallar- yoktur ya da işlemez der. O yüzden bunlarda haz
ilkesi kısıtlanmadan işler.).
Normal insanların hayatlarında hiç persona kullanmadan ilişki kurmaları mümkün değildir.
Fakat her insanın personasız kısa bir dönemi de vardır. İşte o dönem çocukluk dönemidir.
Büyüdükten sonra büyük bir özlemle çocukluğa geri dönmek istemesi ve özlemesinin sebebi
bu olabilir. Çünkü büyümek kirlenmektir. Çocukluk ise bir insanın en temiz en saf banka
hesabıdır.
Bir çocuk en azından büyüyene kadar bir personaya bürünmez, bir imaj yaratmaya ihtiyacı
hissetmez. Çocuklarda sosyal çevre ve imaj algısı da tam olarak oluşmadığından insanlar
tarafından nasıl göründüklerine aldırmazlar.
"Çocuk adam" sendromu ya da "ebedi ergenlik"
Fakat insanın büyüdükten sonra da sürekli buraya takılması bu sefer de "çocuk
adam" sendromuna yol açabilir. Jung, buna "ebedi ergenlik" diyor. Bir insanın bedenen
büyüse bile ruhen hep çocuk kalmasıdır ebedi ergenlik. Bu tarz insanlar sorumluluk almaktan
korkar hayatı hep bir oyun olarak görürler.
Zorlu bir durumla karşılaştıklarında tek başına mücadele etmektense ebeveynlerine sığınırlar.
Bu durum belli bir noktadan sonra sık görülmeye başlanır ve "Peter Pan" sendromuna
dönüşür.
Annenin ihaneti ya da yutan anne!
Bu tarz olgunlaşmamış kişilikler için anne figürü önem taşır. Anne ile bu çocuk bilmeden
birbirlerine ihanet ederler aslında. Bir anne çocuğuna karşı sürekli koruyucu tavrı ile onun hep
çocuk kalmasına neden olabilir. Buna Jung "yutan anne sendromu” der.
Yutan anne çocuğunu duygusal olarak istismar ederek onun bağımsız bir kişilik edinmesini
engeller. Gösterdiği sevgi bencil bir sevgidir temelinde çocuğunu kendisine bağlı kılmak
yatar. Bu da o çocuğu Peter Pan sendromuna sürükler.
Peki, bu sendromdan nasıl kurtulabilir insan, ya da kurtulmak mümkün müdür?
Buradaki anahtar kavram fedakarlıktır. Bağımsız biri olmak, kendi sorunlarıyla başa çıkmak
çocukluğunu feda etmeyi gerektirir. Belki başlangıçta biraz afallayacak biraz acı çelecektir
ama sonra başka çok acı öğrenecek ve alışacaktır kişi. Büyümek bir çeşit fedakârlıktır. Kişi
büyümek için çocuk iken sahip olduğu konforu feda etmek zorundadır. Bu konfor, sorumluluk
sahibi olmamayı, hayatı bir oyun ve eğlence olarak yaşamayı ve ailesinden her türlü desteği
görmeyi içerir.
Çocukluk böyle güzel olmasına rağmen içindeki bir ses "artık büyümesini, zorluklarla başa
çıkmasını" söylese de o içine düştüğü alışkanlıkla bu sese ihanet eder ona kulak vermez
çoğunlukla. Ama bu ihanetin bedelini ağır öder.
Her şeyin bir bedeli vardır!
Psikolog Peterson bakın bu konuda ne diyor: Ruhen büyümek isteyenlerin çocukluktaki
konforu feda etmeleri gerekirken, büyümeyi reddedip çocuk kalmak isteyenler de çocuk
kalarak potansiyellerini reddediyorlar.
Kişinin büyümeyi reddedip çocuk kalmak istemesi sorumluluk, fedakârlık ve mücadele gibi
kavramlardan çekinmesidir. Fakat kişinin gerçek dünyada potansiyelini kullanmasının tek
çaresi de bu kavramlardan geçer yani büyümekten. Ve Peterson bir insanın istese de istemese
de fedakarlıkta bulunmak zorunda olduğuna dikkat çeker.
Ya bir kişi büyümeyi seçip çocuksu konforunu feda etmeyi seçecektir ya da çocuk kalmayı
seçip potansiyelini feda edecektir.
Bu açıdan baktığımızda kişinin büyümektense çocuk kalmak için ödediği bedel çok daha
ağırdır.
Yorumlar
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
Bursa Adliyesi'ndeki silahlı saldırıda yaralanan jandarma şehit oldu
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Reyhanlı saldırısının faillerinden Cengiz Sertel yakalandı