Alt yapı üst yapıyı belirler. Bir iktidar ekonomiyi kötü yönetip insanları yoksullaştırarak seçim kazanamaz. Şüphesiz ki öyle. Ama belirlemeyi sabit bir içeriğe mahkûm etmemek, akışkan bir şekilde süreç içerisinde düşünmek gerekiyor. Alt yapı ekonomi ve sivil toplumu içeren bir katman, üst yapı ise geriye kalan her şeydi. Marx, sivil ekonomik ilişkilerin, yani alt yapının siyaset, bilim, ahlak ve din gibi üst yapısal unsurlar karşısında belirleyici bir konumda olduğunu ileri sürdü. Metaforik değeri çok yüksek olan bu alt yapı-üst yapı kavramlaştırması pek çok yan anlamının yanı sıra tarihsel materyalist bakışın da bir ifadesiydi. Tabii Marksizm’in inişli çıkışlı tarihi boyunca bu mesele neredeyse düşünür sayısınca farklı şekilde yorumlandı. Gramsci’den Jessop’a kadar geniş bir literatür oluştu bu noktada. Post-Marksistler sınıf ve ekonominin belirleyici konumunu reddettiler mesela. Radikal demokrasi bu karşı çıkıştan doğdu. Bu arada ekonomi politik bakış açısı liberaller ve Marksistlerin ortak noktalarından biri. Marksistlerin sınıf için söylediği şeyleri birey için tekrarlamak kaydıyla tabii ki liberaller de maddi yaşamın düşünsel ve kültürel yaşam karşısında öncel bir konumda olduğunu kabul etmektedir. Ekonomik hayat siyaseti belirler. Kabaca genel çerçeve bu. Seçimlere 6 ay kala bu varsayımı Türk siyasetindeki belli başlı aktörler ve konjonktürün kendisi üzerinden yorumlamaya çalışalım. Her şeyden önce muhalefetin dili çok belirgin bir şekilde ekonomi temelli. Kurulan her 10 cümleden 7-8’i Erdoğan hükümetinin ekonomiyi batırdığı, vatandaşın yoksulluk ve hatta açlık çektiğine yönelik. Ekonomik kriz o kadar çok ve sık bir şekilde vurgulanıyor ki, muhalefet mi hükümete muhalefet ediyor, yoksa asıl muhalefet ekonomik kriz mi, anlamak da güçlük çekiyorsunuz. Ekonomi üzerinden iktidara yüklenme stratejisinin bazı avantaj ve dezavantajları var. Ekonomide işler kötüye gittiğinde vatandaşın değişim beklentisi artıyor. Bu durum muhalefetin oyun kurması veya politik mücadele alanını genişletmesi için benzersiz fırsatlar sunmakta. Ama bir de tabii işin karanlık yüzü var. Muhalefet olarak bütün ümidinizi ekonomiye bağladığınızda ve ekonomide kısmi bir toparlanma gerçekleştiğinde zor durumda kalıyorsunuz. Şu aralar Türkiye ekonomisi de böylesi bir konjonktür içinden geçmekte. Özetle yaşanan şey şu: Ekonomik kriz eski yakıcılığını yitirdi. İnsanlar yaralarını sarıyor. Siyasi iktidar da bir takım popülist hamlelerle (ek gösterge, EYT, konut projeler vb.) bu sürecin daha etkin bir şekilde işlemesine yardımcı olmakta. Muhalefet avantajını kaybetti mi? Tabii ki hayır. Çünkü seçime çok kısa bir süre kaldı. Bu süre içerisinde tam bir toparlanma mümkün değil. Anadolu’da güzel bir deyiş var. “Kurt kışı atlatır ama yediği ayazı da unutmaz” diye. Vatandaş yaşadığı şeyi unutmayacaktır. Burada iktidarın avantajı ise sonradanlık etkisiyle ilgili. İnsanlar sosyal psikolojik nedenlerle genelde en son yaşadıkları olayları ön plana çıkarmaya eğilimlidir. Mayıs-Haziran aylarına kadar ekonomideki kısmi düzelme eğilimi bu hızda devam ederse kararsız seçmenin yuvaya dönüşü kesinleşir. AKP tekrar doğal sınırlarına ulaşabilir. O hâlde şöyle bir toparlama yapabiliriz. Alt yapı üst yapıyı belirler. Bir iktidar ekonomiyi kötü yönetip insanları yoksullaştırarak seçim kazanamaz. Şüphesiz ki öyle. Ama belirlemeyi sabit bir içeriğe mahkûm etmemek, akışkan bir şekilde süreç içerisinde düşünmek gerekiyor. Ekonomi toparlandıkça bütün parasını tek bir zara yatırmış muhalefet ekmeksiz, sözsüz ve siyasetsiz kalabilir. Umarım oynadıkları kumarın farkındadır herkes.