Akşamüstü trenine bindim. Yeşilin her türlüsüne sahip bir ormanın, heybetli ağaçların binbir çeşidinin, en albenili çiçeklerin, kayalık yamaçlardan akan hırçın şelalelerin arasından geçip Haputale durağında indim. Sabahın erken saatleri, balkonun kapısını açtım, güneşle birlikte kuş cıvıltıları doldu odaya. Eğer odadan çıkıp otelin bahçesini yürür ve ormana tam karşıdaki bir noktadan bakarsam, kuşları gözlemleyebilirim. Ama ben şimdi taze güneşle bozulmamış sabah serinliğine karşı göremediğim kuşların şen şakrak cıvıltılarını dinlemek istiyorum sadece. Geceleyin elektrik mavisi ışıklarıyla gündüzün gökyüzünü yoğunlaştırmış gibi görünen havuz bomboş. Ormanın içindeki bazı ağaçlar pembenin ve morun çeşitli tonlarında çiçekler açmış. Ansızın sallanan ağaçlarda aceleci bir maymunun uzun kuyruğunu görüyorum. Dün gece, yine bu balkonda, uzaklardan gelen dinginleştirici bir Budist duasını işitiyordum. Hoparlörün metalikleştirerek bozduğu ses, ormanın tamamını geçerek yeniden hayat buluyor ve ne dediğini anlamasam da büyük bir öğretinin hissedebildiğim ikazlarına dönüşüyordu. Bir kristal avize tavana vurulup tuzparça edilmişçesine ışıl ışıldı gece. Böcekler ötüşüyordu ve maymunlar hırsızlık, insanlarsa aşk peşindeydi. Dün sabah, aslında güneş doğmadan Horton çayırına gidecek, uzun uzun yürüyecek, Adem’in Tepesinden güneşin doğuşunu izleyecektim. Derken rehberim Ranjith geldi, bin bir mahcubiyetle istersem çayıra gene de gidebileceğimizi ama bir kaplanla karşılaşma ihtimalimizin yarı yarıya olduğunu, iki gün önce, bir başka meslektaşı oradayken bir leopara denk geldiklerini, bunun da ciddi bir sorun teşkil edebileceğini söyledi. Çayırda telefonlar çekmiyormuş, ilkyardım hizmeti alabileceğimiz bir yer yokmuş ama istersem gene de gidebileceğimizde ısrar etti; eğer bir kaplanla karşılaşırsak, o gidene kadar durup beklememiz gerekiyormuş. Kuraklıktan ötürü kaplanlar, leoparlar ve diğer hayvanlar yerleşim yerlerine yaklaşmaya başlamışlar. Köpekleri, tavukları, hatta bazen insanları bile kaçırıp ormanda bir ağacın tepesine götürüyorlarmış. İptal ettik tabii, onun yerine Nuwara Eliya’daki Ambawela çiftliğine gidip ineklere, keçilere, tavşanlara baktım. Taze bir bardak sıcak süt söyleyip Horton çayırını izledim.
Güneşin doğuşundan batışına kadar birbirinden güzel manzaralar gördüm. Sri Lankada bugünün bana ne getireceğini bilmiyorum. Ama cennet adasının” bütün cömertliğiyle beklediğini, hazırladığı sürprizlerle beni ansızın baş başa bırakacağına eminim.
İnekler otluyordu yemyeşil çayırlarda. Sri Lankalılar, bizim küçük meyveli yoğurt kaplarında yoğurt yiyorlar ama onlarınki vanilya aromalı, tatlı, dondurma yoğunluğunda, benim yoğurt denince anladığıma hiç benzemese de lezzetli bir şey. Çiftlikte, çayırlara karşı bir de yoğurt yedim. Sonra, en yüksek rakımdaki Pattipola istasyonuna gittim. Eski, minimini, alabildiğine sevimli bir tren istasyonu. Sri Lanka’da mutlaka trene binmeli, olağanüstü güzellikteki doğa manzaralarını bir de vagonun camından izlemeli. Akşamüstü trenine bindim. Yeşilin her türlüsüne sahip bir ormanın, heybetli ağaçların binbir çeşidinin, en albenili çiçeklerin, kayalık yamaçlardan akan hırçın şelalelerin arasından geçip Haputale durağında indim. Melheim adındaki otele geldiğimde akşam olmuştu. Güneşin doğuşundan batışına kadar birbirinden güzel manzaralar gördüm. Sri Lanka’da bugünün bana ne getireceğini bilmiyorum. Ama “cennet adasının” bütün cömertliğiyle beklediğini, hazırladığı sürprizlerle beni ansızın baş başa bırakacağına eminim. Hava biraz ısındı, tek tük insan sesleri duyuyorum. Tabiat insandan önce uyanıyor. Bütün ben de tabiatla birlikte uyandım.