Ristorante di Cambio dediği yer, Palazzo Carignano’nun tam karşısında, çok şık olduğunu bakar bakmaz hissettiren bir lokanta. Cavour, meclis binasından çıkar buraya yemeğe gelirmiş. Murat Belge’nin de Cavour’dan aşağı kalır bir tarafı olmadığı için zevkle kurulmuş Cambio’ya… Gelmeden önce ne var ne yok diye bakınırken, evvela Başka Kentler Başka Denizler’in Torino bölümünde Murat Belge’nin neler yiyip içtiğini bir kâğıda not ettim. Meğer Ayhan Sicimoğlu da burada üç bölüm program çekmiş, dolayısıyla “hastalıklarının” arasına Torino mutfağını da eklemiş; aynı kâğıda onunkileri de yazınca birkaç günlük keşfe gerek kalmadığı gibi bir sonuca vardım. Hamhayal! İkisinin de ortaklaştığı bir şey, Torino’nun bir “kahve şehri” olduğu. Peki, gidip içe… hüüp bitti. Buradaki kahveyi ben ne anlayabildim ne de sevebildim. Espresso içiliyor her yerde ama o zaten bir yudumluk bir şey, genelde de ayaküstü atıp gidiyorlar. Hap gibi kahve içmenin keyfi nerededir? Benim anladığım kahve içme eylemi, kahve içmenin yanında soluklanma, zaman geçirme, birileriyle sohbet etme, kitap okuma, yazı yazma veya herhangi bir iş yapma gibi bir eylemler bütününü içerir. “Nefaseti” getiren de o bütündür. Espressoyla bunu yapabilmek mümkün değil, biraz beklesen soğuyacak, zaten ilk yudumu aldığında dibini görmüş oluyorsun. Kahve tiryakileri bu yorumlarımı çok cahilce bulabilirler ama ben İtalyan usulü kahve içmeyi sevemedim. Dolayısıyla espressoya sıcak su kattırıp Americano’ya çeviriyorum. Böylece kahve içme süresinden keyif alıyorum ama adı Americano olunca nerede bunun İtalyanlığı? Dünyaca meşhur kahve markalarından biri olan Lavazza buralı, şehrin tarihi bölümünün hemen girişinde bir de müzesi var. Torino’nun hemen her yerinde Lavazza servis eden bir yer bulmak mümkün. Gelgelelim, Torinolular da herhâlde bu kahveden sıkıldıkları için “bicerin” denen bir “Torino kahvesi” yapıyorlar. “Bicerin”de espresso var ama çikolata ve krema da ekleniyor. Benim çikolatayla aram pek hoş değildir, Torino’ya gelince “bicerin” içtim tabii ama benim için biraz fazla şekerliydi. Bir de bu “bicerin”i öyle kafaya dikmemek, mümkünse kaşıkla içmek gerekiyormuş ki üç katın lezzeti de aynı anda damağınızdan aşağı akabilsin. “Bicerin”de çikolata olduğuna göre, çikolatasız Torino düşünülemez. Ayhan Sicimoğlu’nun programlarının birinde Baratti&Milano’ya gidip “gianduitto” ve “cremini” adlı birkaç parça çikolata denediğini görünce, aynı yere ben de gittim. Çok şık bir yer ama çikolataları için benzer bir şey söyleyemeyeceğim. Özelliğini şöyle yazıyor: “Napolyon, İngiliz mallarının Avrupa limanlarına girmesini yasaklamış. Torino'ya gelen kakaoyu ise İngilizler Güney Amerika’dan getiriyorlarmış. (…) Nihayet 1865'de akıllı iki Torinolu kakao içine çok ince çekilmiş fındık tozu katmaya başlıyorlar. (…) Gianduiotto ağızda eriyen çok çok ince 00 numara çekilmiş, kavrulmuş fındık tozunun çikolata hamuru içerisine katılmasıyla yapılıyor. Ters dönmüş bir kayığa benziyor. Gianduja ise tiyatronun bilhassa komedilerin maske ile oynandığı 'Comnedia dell’arte' yıllarında Torinolu bir tipi canlandırıyor. Torino’da icat edilen bu çikolataya da bu isim veriliyor.” Gene de siz giderseniz deneyin, ben çikolatadan hiç anlamam.
Torino’da nedense şekerli içecekler çok popüler. Mercato’dan şehrin içine yürürken, solda, gene revakların altında içki satan büyük bir dükkân var. Yok yok denebilecek bir yer, girdim, yanıma rehber gibi bir görevli verilince birkaç şişe içki alıp çıktım. Bunlardan biri vermut; onun anavatanı burası.
Torino’da nedense şekerli içecekler çok popüler. Mercato’dan şehrin içine yürürken, solda, gene revakların altında içki satan büyük bir dükkân var. Yok yok denebilecek bir yer, girdim, yanıma rehber gibi bir görevli verilince birkaç şişe içki alıp çıktım. Bunlardan biri vermut; onun anavatanı burası. Vermut, çeşitli aromatik kökler ve bitkilerle çeşnilendirilmiş şarap demek. En meşhuru da Martini’dir, Lavazza Müzesi’yle şehrin dışı sayılabilecek Pessiome’deki Martini Evi’ni bir sonraki yazıya bırakıyorum. Yine bu dükkândan bir Torino içkisi aldım, “genepy” otu buranınmış, biraz da tatlıymış -gene şeker!- ama şişeyi açmadığım için tadını henüz bilemiyorum. Yani, Torino’da yapılacaklar listesine kahve, çikolata ve vermut eklemek gerekiyor. Vermut demek, şarap demekse, burada şaraptan da bahsetmemiz lazım. Herkes gibi benim aklıma da İtalyan şarabı denince Chianti gelir, ama Chianti Classico, sebebini anlatayım. Akşamlar Artık Serin’i yazmaya çalışırken, Türkan’ın Selim’i misafirliğe davet ettiği bir sahne vardı aklımda, Türkan, Selim’e şarap ikram edecek ama ne etmeli? Şimdilerde polisiye romancısı olsa da benim gönlümde hep en iyi gurmelerimizden ve yemek kültürü yazarlarımızdan biri olan sevgili Deniz Gürsoy’a danışmak geldi aklıma. O zamanlar Arnavutköy sahilinde bir teknesi vardı hem balık yedik hem de romanın yemek sahnesine çalıştık. İşte Chianti Classico’yu Deniz Gürsoy’dan öğrendim, Classico olsun olmasın Chianti beni hiç yanıltmadı. Ama benim Chianti burada yabancı muamelesi görüyor, Torino’nun üzümü Nebbiolo’ymuş, Barolo içilecek. Beğendim ama şarap hakkında ahkâm kesme cüretini kendimde göremediğim için adını anmakla yetiniyorum. İtalya’da rastgele oturduğunuz yerler bile size iyi yemek sunuyorlar. Sabahları yediğim foccacia veya ıspanaklı börekten pek memnun kaldım; foccacia’da pizzanın aksine domates sosu olmazmış.
İtalya’da rastgele oturduğunuz yerler bile size iyi yemek sunuyorlar. Sabahları yediğim foccacia veya ıspanaklı börekten pek memnun kaldım; foccacia’da pizzanın aksine domates sosu olmazmış.
Murat Belge’nin anlattığı lokantalara bakayım dedim; Marcello, Ristorante di Cambio La Gola ve Taverna della Rose. Ristorante di Cambio dediği yer, Palazzo Carignano’nun tam karşısında, çok şık olduğunu bakar bakmaz hissettiren bir lokanta. Cavour, meclis binasından çıkar buraya yemeğe gelirmiş. Murat Belge’nin de Cavour’dan aşağı kalır bir tarafı olmadığı için zevkle kurulmuş Cambio’ya ama buranın biraz tuzlu olduğunu söyleyeyim -yemekleri değil. Şu Marcello denen lokanta, yürüyerek gardan beş-altı dakika uzaklıkta, Stats Uniti caddesinin köşesinde. Dedim oraya gideyim, ne de olsa şöyle yazmış: “İtalya’ya özgü, ‘mahallenin lokantası’ diye bir ‘kurum’ olur. Bu da öyle. Ucuz, herkes birbirini tanıyor, pahalı lokantalardaki resmi servis havasından uzak.” İlk gece gittim, kapalı; birkaç gün sonra gittim, bu kez rezervasyonsuz almıyoruz, dediler. Bir de nasıl kaknem, suratsız bir kadın, utanmasa kapı dışarı edecek. Bir daha da gitmedim, Marcello’su da eksik olsun. Öteki yerlerden La Gola’nın tabelası inmiş, Taverna da ağustos boyunca kapalıymış. Eh, iş başa düştü, kendi keşfimi kendim yapacağım. San Carlo meydanında çok şık iki kafe var: Cafe Torino ve Cafe San Carlo. Bunların tatlıları ayrı güzel, aperitifleri ayrı. Gelelim, Torino’daki aperitif kültürüne. Akşamüstü saatlerinde insanlar aperitife oturuyor ve genellikle de “aperol spiritz” denen tatlı bir içki eşliğinde biraz şarküteri ürünü, turşu, zeytin, börek, peynir, grisini gibi şeyler yiyorlar. Şehrin birçok yerinde aperitif servis eden lokantalar var ama mesela Cafe Torino’daki kanapeler tadından başka görsel bir zevk de veriyorlar.
Benim zencefilli dondurmasını yediğim 1780’den kalma Cafe Fiorio, Kral Carlo Alberto’yu zehirleme hedefiyle başlayan 1821’deki öğrenci hareketinin burada organize edildiğini girişteki tabelaya yazmış; ayrıca Melville’le Mark Twain de buraya gelmiş.
Pizzaydı, makarnaydı, bunlar zaten her yerde çok güzel yapılıyor. Geçerken, söylemek istediğim bir şey de İtalya’nın kuzeyindeki baklava kültürü. Milano’dan Torino’ya kadar altı yüzden fazla Türk lokantası varmış ve Milano’daki bir fabrika bu lokantalar için sürekli baklava pişiriyormuş. Lokantadakiler için bir şey diyemem ama özel sipariş verirseniz, Antep baklavasıyla yarışır dediler -diyenlerin yalancısıyım. Torino, çubukta dondurmanın da icat edildiği şehirmiş. Ama ben çubukta değil, külahta yemeyi tercih ettim. Benim zencefilli dondurmasını yediğim 1780’den kalma Cafe Fiorio, Kral Carlo Alberto’yu zehirleme hedefiyle başlayan 1821’deki öğrenci hareketinin burada organize edildiğini girişteki tabelaya yazmış; ayrıca Melville’le Mark Twain de buraya gelmiş. Vittorio Emmanuele II heykelinin karşısında sıra sıra dizilmiş kafeler var, hepsi de tatlı değil adeta birer sanat eseri üretiyor -hele o tartoletler. Keseyim, yoksa bin kilo olacağım.