Taner Akçam’ın en sevdiğim özelliği, bir akademisyen iddiasına sahip olmasıdır. İddiası olmayan, bir tez ileri sürmeyen, sadece olguları sıralayan bir tarih anlatıcılığının bugünün hayli gerisinde kaldığını düşünüyorum. Gözümden kaçanlar mutlaka vardır ama “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur…”dan beri Taner Akçam’ın yazdığı hemen her şeyi okudum. “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur…”u çok zorlanarak ama büyük bir ilgiyle okuduğumu hatırlıyorum -henüz 19 yaşındaydım. Demek ki, aşağı yukarı on beş senedir Taner Akçam’ı okuyorum ve denk geldiğim ölçüde de katıldığı programları izliyorum. Son kitabı Yüzyıllık Apartheid’ı okumaya başlamadan önce Taner Akçam’ı iki farklı programda izlediğim için kitaba dair bazı fikirlerim oluşmuştu. Taner Akçam’ın en sevdiğim özelliği, bir akademisyen iddiasına sahip olmasıdır. İddiası olmayan, bir tez ileri sürmeyen, sadece olguları sıralayan bir tarih anlatıcılığının bugünün hayli gerisinde kaldığını düşünüyorum. Dahası, Türkiye’de, en namlı tarihçilerin netameli konulara girmekten ısrarla kaçındığını görüyoruz. Misal, 16. yüzyılın ıcığını cıcığını anlatmaktan geri durmayan bazı popüler tarihçiler, ne hikmetse Ermeni Kıyımı veya Türkleştirme politikaları gibi konularla karşılaştıklarında bir anda “alanları olmadığını” söyleyip sıvışmaktan çekinmeyebiliyorlar. Derken, aynı insanları yemek, sinema, futbol, hatta Weimar Cumhuriyeti veya Çanakkale Savaşları konuşurken görebiliyoruz; bir tarihçi olarak o konularda görüşlerini belirtirken herhalde “viran olası hanede evlad-ü iyal var,” diyerek misal Ermeni Kıyımında yaşananları asla konuşmuyorlar. Akçam, bu açıdan buzkırıcı işlevi gören çok önemli bir tarihçi. Bunda yurtdışında yaşamasının da bir payı olduğu yadsınamaz ama benim gibi birçok insanın 1915’te neler yaşandığından haberdar olmasını sağladığı da bir hakikat. Kitabı okumadan önce, Taner Akçam’ı gazeteci Ahmet Nesin’in karşısında izlemiştim. Ahmet Nesin’in sorularını cevaplarken, “apartheid” kavramının bugünkü kullanımına dair bilgiler vermişti. Ne diyor özetle, bugüne kadar Cumhuriyet rejimini “apartheid” olarak tanımlanmamasının sebebi Kürtlerin Kürtlükle, Ermenilerin Ermenilikle, kısacası herkesin kendi derdi ve mahallesiyle ilgilenmesi, herkesi kapsayan bütünlüklü bir bakış ortaya konamadığı için yüz senedir bunun bir apartheid rejimi olduğu görülememiş. Bu bakışı -bu ismi- da ilk defa bu kitapla Taner Akçam koymuş. Misal, Şeyh Said isyanına katılan birkaç Süryani’nin varlığı aslında bu apartheid rejimine karşı gösterilen ortak direnişin kanıtıymış. Kitabın giriş bölümünde, Cumhuriyet dönemi millet-i hakimesi olan -Baskın Oran’ın tabiriyle- “LA/HASÜMÜT”ün kendisinden olmayanlara ve kendisinden görmediklerine neler yaptığı, nasıl büyük bir ayrımcılığa tabi tuttuğu anlatılıyor. Laik/Hanefi/Sünni/Müslüman/Türk demek olan LAHASÜMÜT, Gelibolu mebusu Celal Nuri Bey tarafından da Meclis’te şöyle ifade edilmiş: “Bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır.”
Laik/Hanefi/Sünni/Müslüman/Türk demek olan LAHASÜMÜT, Gelibolu mebusu Celal Nuri Bey tarafından da Mecliste şöyle ifade edilmiş: Bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır.”
Akçam, Şark Islahat Planı’ndan, asimilasyon politikalarından, soy kodundan, gayrimüslim vatandaşlara “yerli yabancı” deme iğrençliğinden, gayrimüslimlerin üst düzey hiçbir devlet görevine getirilmemesinden örnekler sıralıyor, Tek Parti döneminin faşizan eğilimli önde gelenlerinin ırkçı sözlerine yer veriyor. Kendi adıma, bunların hiçbirinde itiraz edecek bir şey göremiyorum. Zaten bunlar daha önce çokça tartışılmış meseleler, Taner Akçam’ın kitabını farklılaştıran ise anlattıkları değil, koyduğu isim. Akçam, bu politikalar silsilesini “apartheid” olarak nitelendiriyor. Bu terim, pek tabii ki herkesin aklına Güney Afrika’yı getirse de öğreniyoruz ki zaman içinde terimin kapsayıcılığı genişlemiş, İsrail rejimini de niteler hâle gelmiş. E hâl böyleyken, neden Cumhuriyet’i de kapsamasın? Böyle bakarsak, evet, bu sistemli ayrımcılık politikası pekâlâ “apartheid” olarak nitelendirilebilir, ama… İşte gelin işin ama’sını biraz konuşalım. Ulus-devlet dediğimiz kavram, “öteki” yaratır. Özellikle geç ulus-devletleşmiş toplumlarda apartheid haricinde bir kuruluşun mümkün olabileceğini sanmıyorum -doğru buluyorum, tasvip ediyorum anlamında değil. Eğer bu ayrımcılık bir apartheid ise, ki bu denebilir bence sakıncası yok, o zaman kafanızı çevirdiğiniz her yerde bir apartheid görmemiz kaçınılmaz değil mi? En basit örnek, Yugoslavya-sonrası Balkanlar… Bu kavramın genişlemesi Türkiye için kullanılmasını mümkün kılıyorsa, ciddiyetini de bir o kadar götürüyor bence.
Akçam, kitabında, Mustafa Kemal dahil Tek Parti dönemindeki ırkçı demeçleri apartheid rejiminin” inşasına yol açan kanıtlar olarak sunuyor. İyi de o günü de zamanı içinde değerlendirmek gerekmiyor mu?
Gelelim, bir başka konuya. Taner Akçam şöyle yazıyor: “Apartheid kurucularıyla araya mesafe koymanın yollarından biri, bu rejimin değiştirilmesi için uğraş veren insanların bu Cumhuriyet’in yeni kurucuları olarak tanınmasıdır.” İsim de öneriyor: Malak Barşom, Şeyh Sait, Çerkes Ethem, Ağrı İsyanı’nın lideri İhsan Nuri, Seyit Rıza, daha yakına geliyoruz, Hrant Dink ile Tahir Elçi… Böyle bir ulus-devlet var mıdır dünya üzerinde? Ulus-devlet, kapsayıcı bir örgütlenme modeli değildir, böyle bir iddiası da yoktur. Dolayısıyla, hâkim unsurun ezdiği insanların “kurucu baba” olarak zuhur etmesi mümkün değildir, geniş kesim tarafından sahiplenilir değildir, hatta mevzubahis değildir. Bu doğrudur demiyorum, değildir, bilakis kötü bir şeydir. Nereye kadar artırılacaktır bu isimler? Bir de Milliyetçilik, Sanayi Devriminin ideolojisi olduğu için Taner Akçam’ın “kurucu babaları” da hep o dünyanın temsilcilerinden seçilmiş. Yarın “Sanayi Devrimi sonrası” çağın isimleri el üstünde tutulmaya başlanırsa, onlar da mı katılacak bu listeye? Pek tabii ki öyle olmayacak çünkü çağ değiştiğinde örgütlenme modeli de değişecektir, ulus-devletler aşınacak, bugün bildiğimiz şekilde olmayacaktır, yeni çağın tabiriyle söylersem, “güncelleme” gelecektir. Akçam’ın bu önerisinde esas karşı çıktığım, “kurucu baba” ihtiyacı duyması. Zweig’ın, liderlere ihtiyaç duyan toplumlara hayıflandığı bir sözü kalmış aklımda. Neden kutsallık denen şeyi alaşağı etmek varken, kendi elimizle yepyeni kutsal kişiler yaratalım? Akçam, kitabında, Mustafa Kemal dahil Tek Parti dönemindeki ırkçı demeçleri “apartheid rejiminin” inşasına yol açan kanıtlar olarak sunuyor. İyi de o günü de zamanı içinde değerlendirmek gerekmiyor mu? Misal, “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü ırkçı mıdır? Evet, bir ölçüde ırkçıdır. Ama daha büyük bir ölçüde, “Ne mutlu Türk olana!” demediği için de ırkçı değildir. Gelgelim, “Ne mutlu Türk doğana!” da diyebilirdi, hatta Nürnberg Yasaları gibi Türklüğün bir başka tanımını da yapabilirdi.
Kendi adıma, kitabın en ufuk açısı bölümü Akçam’ın kuruluş ile kurtuluş arasındaki farkın anlaşılamadığını söylediği bölümdü. Özellikle Amerika örneği, yani bağımsızlık ile köleliğin meşrulaştırılmasının eşzamanlılığı, çok ciddi tartışılmaya değer.
Peki, Tek Parti döneminde faşistler yok mu? Gırla var, o günün gazetelerinde var, edebiyatında var, bakanlıklarında var, İtalya’ya gidip hayran kalan siyasetçisinde var, faşizmi buraya getirmeye çalışan bürokratında var… Kendi adıma, kitabın en ufuk açısı bölümü Akçam’ın kuruluş ile kurtuluş arasındaki farkın anlaşılamadığını söylediği bölümdü. Özellikle Amerika örneği, yani bağımsızlık ile köleliğin meşrulaştırılmasının eşzamanlılığı, çok ciddi tartışılmaya değer. Geç kurulan bir ulus-devletin, apartheid’ı tamamen dışlayarak nasıl kurulabileceğini, olumlu örneklerini de okumak isterdim. Yüzyıllık Apartheid’ın tarihçiler arasında ciddi bir tartışma yaratacağını umuyorum. YARIN: Taner Akçamla Yüzyıllık Apartheid hakkında yaptığım söyleşi yayınlanacak. Buradaki bazı eksik gördüklerimi Akçama sordum, o da cevapladı. Yazının orijinalliği bozulmasın diye o görüşmemizin sonuçlarını eklemedim.