Her başarı doğru yürütülen bir strateji sonucunda meydana gelir.  Siyasette bu stratejilerin bütünüdür.  ‘‘Siyaset kaderdir’’ diyen Napolyon haklıydı. Bu nedenle yaşayacağımız kaderi belirlerken bireylere daha fazla sorumluluk düşmektedir. 1 Ekim 1808’de Napolyon ile Goethe arasında tarihi bir buluşma gerçekleşir. Napolyon trajedi ile sonuçlanan bütün olaylarda kaderin ele alınma tarzını eleştirdikten sonra ‘’Şimdi kaderle ne yapacağız?’’ diye sorar ve cevabı yine kendi verir. ‘’Siyaset kaderdir.’’ Stratejileri, kararlılığı, askeri ve politik kabiliyeti sayesinde genç yaşında tüm Avrupa’da adını duyurmuş ve önemli başarılara imza atmış olan Napolyon aynı zamanda acımasızlığı ve yaptığı kıyımlarla da kendinden söz ettirmiştir. Nerden baktığınıza bağlı olarak kimine göre kahraman ve ülkesi için savaşan başarılı bir kumandan, kimine göre ise bir diktatördü.  Fransız Devrimi’ni engellemek için, devrimin en büyük destekçisi olan İngiltere’nin gücünü kırmak amacıyla, Mısır’ı işgal etmeye karar verir. Mısır halkına kendisini Müslüman olarak tanıttığı söylenir. Hz. Muhammed’in doğum gününde askeri geçit düzenletir, yerel giysiler ve başında sarıkla dolaşır. Mısır’da halkın sempatisini kazanmak için kullandığı bu yöntemler sonuç verir ve adeta bir kahraman olarak döner. Fransa’ya döndüğünde cumhuriyetin kazanımlarını devam ettirmek için diktatörlüğün şart olduğu söyleyerek 1804 yılında yönetime el koyar ve Fransa’nın imparatoru olur. Otoriter bir yönetim kurarak, muhalifleri susturur, bireysel hakları sınırlar, özellikle devrimin kadınlara vermiş olduğu hakları törpüler, sömürü ülkelerinde köle kullanımına izin verir ve kendisini destekleyen zengin bir zümre yaratır. Napolyon Yasaları olarak bildiğimiz 2281 maddeden oluşan bir sistem hazırlar ve ülkeyi bu sistemle yönetmeye başlar. Elde ettiği başarılar onu, hep daha fazlasını istemeye ve sonunda ise büyük bir güç zehirlenmesine yakalanmasına neden olur. Bu zehirlenme, aslında sonu belli olan bir savaşa girmeye iter onu. 1812 yılında Rusya’ya bir sefer düzenlemeye karar verir. Bu sefer onun için büyük bir yenilgi olur. Sonrasında daha büyük bir yenilgi olan Waterloo Savaşı ile Napolyon tarih sahnesinden çekilir. Sürgünde hayatını kaybeder. Hakkında binlerce kitap yazılmış olan Napolyon’u bu kadar kısa bir şekilde anlatmak mümkün değil elbette. Fakat ‘‘siyaset kaderdir’’ diyerek büyük hırslarıyla çıkmış olduğu tarih sahnesinde, yine büyük hırsları nedeniyle oldukça erken bir yaşta ayrılmak zorunda kalan, siyasi bir karakter olarak hatırlamakta fayda var Napolyon’u.  Nitekim, tarih, bugüne ışık tutan, çeşitli dersler alınmasına olanak sağlayan bir sürü kişi ve olaylarla doludur. Her siyasi karakter bugüne yansıyan olumlu ve olumsuz izler taşımaktadır. Gönül isterdi ki bugüne yansıyan kısımda sadece olumlu olan örnekler yer alsın ve siyaset, insana yaraşır bir yaşam şeklini destekleyen araçsal bir faktör olmaktan öteye geçemesin. Fakat, tarihte ve günümüzde değişmeyen en temel benzerliklerden biri, siyasetin büyük bir güce dönüşmesi, insanların kaderini tayin edebilmesi ve siyasi iktidarların bu gücü ellerinde tutabilmek için her türlü yola başvurması gerçeğidir. Siyaset, bireylerin ve ülkelerin kaderini belirlerken bunu yapabilmek için kullanacağı gücün üretim mekanizmalarını da yine benzer şekillerde elde etmiştir, tarihten günümüze kadar. Ya milliyetçilik olmuştur o ihtiyaç duyulan gücün kaynağı ya din ya da ırk, cinsiyet gibi birleştirici, gerektiğinde bölücü etkisi olan her türlü kimlik ayrımı. Özellikle, devletlerin siyasi bir birlik oluşturmaktan aciz kaldığı zamanlarda, siyasi birliği sağlayan bu aktörler her zaman devreye girmektedir. Fransız İhtilali sonrasında devletlerin uluslaşma sürecinde milliyetçilik akımlarının olmazsa olmaz bir rolde karşımıza çıkması tesadüfi olmadığı gibi bugün yaşadığımız hiçbir ayrışma ve kutuplaşmanın da tesadüfi olduğunu düşünemeyiz. Ulus devlet sürecinde olduğu gibi iktidarlar, var olan kimliklerin stabilizasyonunu sağlamaya çalışmakta, yarattıkları tehdit algılarıyla kimliklerin yeniden üretilmesini amaçlamaktadırlar. Bu amaca hizmet eden en büyük kolaylık ise kişilerin kimlik kavramına verdiği önemdir. Bauman’a göre kimlik, belirsizlikten kaçısın adıdır. Kim olduğu ile kim olması gerektiği soruları arasında bir yer edinmek isteyen insan, var olan ve aslında bilinçli olarak inşa edilmiş olan toplumsal kimliklerden birine ait olmayı arzular. Çünkü aynı insan, varlığını ispatlamak için kendi başına kalmak istememekte, kültür ve geleneksel aktarımlarına en yakın kolektif kimlikler etrafında yer almaktadır. Bireyler toplumsal kimlik aracılığıyla yaşam pratiklerine katılabilmektedir. Kişi için hayati önem taşıyan kimlik meselesi, elbette iktidarlar için de aynı hayati öneme sahiptir. Bireylerin hangi kolektif grup içinde yer alacağı, hangi tarafta yer almayacağı bilinçli ve sistemli bir şekilde inşa edilir. Tüm siyasi söylemler bu amaç için oluşturulur.  Bu nedenle ‘’öteki’’nin varlığı önemlidir. Kendi varlığının devamlılığı için bir karşıtlık yaratılır ve bu karşıtlık üzerinden kitleler sürekli manipüle edilir. Bu artık o kadar sistemli ve kendiliğinden işler bir hale gelir ki, toplumda sürekli bir ‘’öteki’’ ya da düşman bulmak kaçınılmazdır.
Bireyler bir yere ait olma, kimlikleri üzerinden var olma mutluluğunu yaşarken, siyasi iktidarlar tarafından büyük bir manipülasyona uğradıklarının farkına bile varmamaktadırlar elbette. Önemli olan tek şey, ‘’öteki’’ karşında güçlü bir duruş sergileyip, onu yenebilmektir.
Carl Schmitt 1932 yılında kaleme aldığı Siyasal Kavramı isimli kitabında oluşturulan dost-düşman kavramlarından bahseder. Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması gerekmeksizin, önemli olan tek şeyin siyasal düşmanın öteki, yabancı olması gerektiğini ifade etmektedir. ‘’Herhangi bir dinsel, ahlaki, ekonomik, etnik ya da başka bir karşıtlık, insanları dost ve düşman olmak üzere etkili biçimde ayırmayı başaracak denli güçlü ise, politik bir karşıtlığa dönüşür.’’ İşte tüm istenen o karşıtlığı yaratmak ve oluşan o karşıtlık üzerinden kitleleri yönetmektir. Bireyler bir yere ait olma, kimlikleri üzerinden var olma mutluluğunu yaşarken, siyasi iktidarlar tarafından büyük bir manipülasyona uğradıklarının farkına bile varmamaktadırlar elbette. Önemli olan tek şey, ‘’öteki’’ karşında güçlü bir duruş sergileyip, onu yenebilmektir. ‘‘Eğer bu karşıtlıklar tarafların kendi çıkarlarına ve ilkelerine aykırı bir savaşı önleyecek kadar güçlü değillerse, siyasal kavramı açısından belirleyici olan noktaya erişemediklerinin kabulü gerekir’’ diye devam eder Schmitt. Yani kitlelerden beklenen o güçlü birlikteliği oluşturmaları, savaşları önleyecek ya da başlatabilecek kuvvete sahip olabilmeleridir. Çünkü düşman kavramı gerçek bir mücadele olasılığını gerektirmektedir. SEÇİMLERİ GERİDE BIRAKIRKEN… Aslında beni bu konulara getiren şey ülkemizin geride bıraktığı seçim sürecinin sonuçları oldu. Seçim öncesi süreçte, hatta çok daha uzun bir süredir, ülkede oluşturulan ve her daim devamlılığı sağlanan ‘’öteki’’ kavramı herkesçe malumdur. Bizim ülkemizde nefret edilecek bir düşman bulmak hiç zor değildir. Bu bazen dış güçler olur, bazen ülke içindeki terör grupları, bazen de anlaşılmayacak bir şekilde herkesi içine alabilen hainler grubu. Hatta bazen bireylerin cinsel yönelimleri bile düşmanlaştırılıp homofobik söylemlerle kitleler ayrıştırılabilmektedir. Bu liste uzayıp gider böyle. Tabi bir de bunun karşılığında bizi birleştiren, yakınlaştıran değerlere ihtiyaç duyulur. Bunların temin edilmesi de hiç zor olmaz elbette. Din gibi kutsal, kıymetli ve dokunulmaz değerlerin varlığı en büyük kurtarıcıdır bu noktada. Kimlik arayışında olan insan kendine ait en belirgin ve en bağlayıcı kimliğinin savunucuları etrafında kenetlenmekten geri duramaz. Bu konudaki söylem, eylem ve her türlü gelişmenin takipçileri tarafından önemi büyüktür. Ülkemizdeki diğer önemli birleştirici etmen ise milli değerlerdir. Her zaman geniş bir kitle kolaylıkla bu çatıda bir araya gelir ve milli değerler üzerinde hassasiyetle tarafların davranışlarını takip ederler. Bu nedenle güvenlikleştirilen alanlar da oldukça çoktur bizim ülkemizde.  Tabii ki geleneklerin ve kültürel kodların etkisi de yadsınamaz. Her biri oldukça güçlü bir şekilde yerleşmiş ve değiştirilmesi zor bir şekilde durur karşımızda. Türkiye’nin değerler listesi de düşmanlar listesi de oldukça uzundur. Bu nedenle siyasi yöneticiler bu durumun farkında olup oldukça dikkatli ve hassas bir süreç yönetmelidirler. Toplumun sosyolojik yapısını iyi okumadan üretilen hiç bir politika başarılı bir sonuca ulaştıramaz çünkü.  Son seçim sürecinde yaşadığımız tam olarak bu doğrultuda gerçekleşen bir süreçti. Seçmen tercihlerini oluşturan dinamikleri başından beri titizlikle inceleyip gerekliliklerini icra eden bir iktidar karşısında aynı başarıyı yakalayamayan, toplumun sosyolojik tabanını iyi analiz edemeyen bir muhalefet vardı nitekim.
Türkiye’nin değerler listesi de düşmanlar listesi de oldukça uzundur. Bu nedenle siyasi yöneticiler bu durumun farkında olup oldukça dikkatli ve hassas bir süreç yönetmelidirler. Toplumun sosyolojik yapısını iyi okumadan üretilen hiç bir politika başarılı bir sonuca ulaştıramaz çünkü.
Muhalefetin kendi içinde yakaladığı, başarılı olarak değerlendireceğimiz bir çok detay da söz konusuydu elbette. Ve bütün bunlar ahlaki açıdan daha doğru görünüyor da olabilir. Fakat siyaset bir bütündür, içinde bir çok farklı dinamik barındırır. Hepsini aynı anda düşünüp hesap yapabilen kazanır, içinden bir kısmını gözden kaçıran ise kaybeder. Siz içinde nefret söylemleri barındırdan siyasi söylemlerden hoşlanmaz ve bunu asla anlayamazken karşı tarafta bu söylemler nedeniyle birleşen, kenetlenen insanların varlığı kuvvetle muhtemeldir ve tam da bunun için özellikle o dil seçilir. LGBT karşıtlığı bunun için vardır, kadın cinayetlerinin görmezden gelinip ailenin kutsallaştırılması bunun için vardır, gerçek olsun ya da olmasın terörle özdeşleştirilen muhalefet bunun için vardır. Oluşturulan bütün bu karşıtlıklara cevaben çok güçlü ve somut bir siyasi argüman geliştirmeniz gerekir. Sonuç olarak, her başarı doğru yürütülen bir strateji sonucunda meydana gelir.  Siyasette bu stratejilerin bütünüdür.  ‘‘Siyaset kaderdir’’ diyen Napolyon haklıydı. Bu nedenle yaşayacağımız kaderi belirlerken bireylere daha fazla sorumluluk düşmektedir. Her şeyden önce bize sunulan tüm gerçeklik algılarını bir kez daha masaya yatırıp sorgulamamızda ve tercihlerimize neden olan faktörleri fark etmemizde fayda olduğunu düşünüyorum. Siyaset, içinde manipülasyon, algı yönetimi, propaganda ve benzeri şeyleri barındırıyor olsa bile tüm bunların farkındalığıyla ülkenin kaderini önemsiyor olmak en temel meseledir. Demokrasi, eşitlik, özgürlük ve refah içinde yaşayacağımız bir ülke istemek en doğal hakkımızdır. Bu hakkı bize verecek olan siyasi figürleri seçmek ise başlı başına sorumluluk ve bilinç gerektiren bir konudur. Dileriz ki ülkemiz için en güzel günlerin başlangıcı olan tercihler bu bilinç ve farkındalık ile gerçekleşir bir gün.