Muhalefetin AKP karanlığını basit bir vitrin değişikliği ile aşamayacağı da aşikâr. Bunu ne kadar anladıkları da soru işaretli bir konu ana bizlerinde bu süreçte ‘biz demiştik’ diye üst perdeden pişkince bir tavra bürünmesi de yakışıksız. 28 Mayıs akşamı sadece Erdoğan’ın üçüncü dönem Cumhurbaşkanlığı’nı tescillenmedi, bunun da ötesinde gerçekleri bizlere gösterdi. Neydi bu gerçekler? Öncelikle mücadeleci otoriter rejimleri sandıklar ile alt etmek sadece başarılı bir kampanya yapmak ile mümkün değilmiş ve aday seçimi çok önemliymiş. Türkiye seçmeni yüksek politika konuları gündeme gelince ekonomiye bağlı oy verme davranışlarını bir kenara bırakabiliyormuş. Bununla beraber Türkiye’deki kutuplaşmanın sadece klasik anlamda sağ sol olmanın ötesinde etnik, mezhepsel, ekonomik, sosyal ve de algısal olduğunu da görmüş bulunmaktayız. Bunların arasında belki de en önemlisi Erdoğan iktidarının ve akabindeki Millî Görüş çizgisinin milliyetçiler ile birleşerek yaklaşık son otuz yılda toplumsal bir dönüşüm gerçekleştirdikleri. Bu dönüşümle beraber ne yazık ki Türkiye toplumunda lümpen, sonradan görmeyi bile başaramamış, patriarkal olmayı kendi gerçekliği olarak gören, nobran, namusçu, dünyayı sadece iki cinsiyetten gören, banal ahlakçı ve de yolsuz bir toplum kitlesi oluştu. Ve itiraf edelim o kitle sadece %52 içerisinde değil aslında her yerde. Bu büyük bir tehlike ve de büyük bir karanlık. Ancak bu karanlığa geçmeden, bu karanlığın içerisinden ‘ben demiştim’ diye bağırmanın ne kadar pişkince olduğuna değinmek lazım. Seçimler bitti ve herkes eski itirazlarını gündeme taşımaya başladılar. Özelliklede akademi ya da Türkiye’nin okur yazar diye tabir edebileceğimiz kesiminde bu tarz itirazlar sosyal medyada yükselmeye başladı.
Kısacası güvenlikleştirme politikaları hana halkının içerisine kadar girecek. Kuşkusuz bunu engelleyebilecek olan bir meclis yapısı da yok.
Hatta itirazlar kavgaya, kavgalar çirkefleşmeye, çirkefleşmeler yerini olmayacak terbiyesizliklere bıraktı. Evet doğrudur, birçok kişi Kemal Kılıçdaroğlu adaylığına itiraz etmişti ve haklı sebepleri de vardı ancak bu dar çemberde bizler onların sonradan Kemal beye dışarıdan doğrudan ya da dolaylı danışmanlık yaptıklarını da biliyoruz. Ancak bu tartışmaya girmek de yersiz. Çünkü bence bu tartışmanın da sonu sadece kişisel ego tatmini ile sonuçlanacak bir şey. Kısacası anlamsız ve faydasız. Zira büyük bir karanlıkla karşı karşıyayız. Erdoğan seçim zaferini Kısıklı’da kutlarken açıkça LGBTI vatandaşları dışladı, hedef gösterdi. Saraydan yükselen dedikodulara bakılırsa yeni dönemde Kürt siyasal hareketine uzunca süre bir daha aya kalkamayacağı bir darbe vurulmaya hazırlanıyor. Neredeyse adı kalmış bağımsız ve muhalif sivil toplum ve de medya daha da baskılanacak gibi duruyor. Dövizdeki hareketlilik ve de hatalı para politikalarının devamı nedeniyle zorlaşacak; günlük hayata karşı tepki doğmasın diye iktidar pek muhtemelen daha da otoriterleşecek. Kısacası güvenlikleştirme politikaları hana halkının içerisine kadar girecek. Kuşkusuz bunu engelleyebilecek olan bir meclis yapısı da yok. Milliyetçi ve muhafazakâr çatıların birleştiği ve bu bağlamda da esnekliği çok sınırlı bir parlamento yapısı ancak ve ancak Saray’ın onay makamı olacaktır. Kısacası durum çok ama çok karanlık görünüyor. Muhalefetin bu karanlığı basit bir vitrin değişikliği ile aşamayacağı da aşikâr. Bunu ne kadar anladıkları da soru işaretli bir konu ana bizlerinde bu süreçte ‘biz demiştik’ diye üst perdeden pişkince bir tavra bürünmesi de yakışıksız. Buna karşın usule değil esasa yönelik bir yol haritası sunmak lazım. Misal son günlerde bunu çok az yerde görüyoruz. Doktoradan arkadaşım Dağhan Irak’ın yazısı belki de bu konuda tek eli yüzü düzün analiz. Gerisinin çoğu çok da mide kaldırıcı durumda değil. Bence öncelikli meselemizin karanlığı aydınlığa çıkarmak olması lazım.