Türkiye dolar bazında yüzde 10’a yakın bir faizle borçlanıyor yurt dışından, ve bu borçlar çevriliyor, bu borçların çevrilmesi Türkiye ekonomisine muazzam bir yük getiriyor. O risk priminin düşürülmesi ekonomide (hem yerli hem uluslararası bazda) faiz yükünün düşürülmesine olanak sağlayacaktır. Enflasyonu, Türkiye’deki Bilim Akademisi üyesi ve Kadir Has Üniversitesi’nden öğretim üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuşmalıydık ama röportaj için zamanlamayı enflasyonun açıklanma tarihinden bir hafta sonraya aldığım ve seçimler yaklaştığı için enflasyon konusunun dışına çıkmak istedim. Bir dizi başka sorum vardı. Ne var ki başta konuştuğumuz Türkiye’deki sorunlar yumağı hep enflasyona bağlandı, Erinç hoca bunun sebebini anlattı. Daha da önemlisi, enflasyon sorununun çözümü için yaklaşımlardaki yanlışlara değindi. Biz hala 2000’li yıllardaki krizden çıkış stratejilerinin başarılı olduğunu söylerken, 2002-2005 yılları arasında ekonomideki başarıların tekrarlanmasını ve tabi daha öteye gitmesini hayal ederken, o zamanların enflasyon hedeflemeli (IT regime) merkez bankacılığı, tek haneli enflasyona ulaşımı gözümüze kestirmişken, Erinç Yeldan, ne yapıyorsunuz diye bir anda dünyanın gerçekleriyle yüzleştiriyor. Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuşurken ekonominin, sadece rakamlardan ve sebep-sonuç ilişkisinden ibaret olmadığını, bir vizyon işi olduğunu, bir bakış açısı işi olduğunu anlıyorsunuz. Ben hemen döviz kuru ile başlamak isteyeceğim ama sizin uzmanlığınız büyüme ve kalkınma ekonomisi üzerine değil mi? Umarım yanlış yapmam döviz kuru ile başlayarak… Daha çok büyüme, kalkınma, uluslararası iktisat, Türkiye ekonomisi.. Büyüme, ekonominin özü.. Adam Smith’ten bu yana düşünürseniz: “Ulusların Zenginliğine Giriş”, “Ulusların Zenginliği”…Uluslar nasıl zenginleşiyor ve büyüyor?.. Büyüme kavramının içine istihdam, işgücü, eğitim, ticaret, bölüşüm, cinsiyet de giriyor. Yine, büyüme kavramının içine büyümenin maliyetleri, doğanın tahribatı, büyümenin niteliği, sürdürülebilir olup olmaması giriyor, uluslararası ticaret giriyor, ticarete söz konusu malların yer değiştirmesi giriyor, çünkü büyüyen mallar hem alınıyor hem satılıyor. Ben büyüme kavramına hep bölüşüm ekseninde bakıyorum, büyümeyi artık 19. ve 20. yüzyılda alıştığımız ücretli emek-sermaye gibi çok iyi tanımlanmış kavramların üzerinden izleyemiyoruz. Eşitsizlik çok yönlü bir eşitsizlik haline geldi; cinsiyet eşitsizliği, coğrafi anlamda eşitsizlik, ücretli-emek içerisinde eşitsizlik, kadın emeği içerisinde eşitsizlik, çocuk sahibi olan kadın, çocuk sahibi olmayan kadın, eğitimli ve çocuk sahibi olan kadın, eğitimli ve çocuk sahibi olmayan kadın gibi çok farklı boyutlara ulaştı. Bu sebeple de büyüme kavramına bölüşüm ekseninde bakıyorum. Peki ben Türkiye’deki döviz kuru gerçeği üzerinden soruya başlayabilir miyim? Tabi Şu anda döviz kurunda fazla bir oynama olmaması iyi bir gelişme olarak nitelendiriliyor. Kasım ayından beri görece stabil bir döviz kuru görüyoruz. Sizce bu, Türkiye ekonomisi açısından bir başarı mıdır? İktisat alternatifler sanatıdır. Yani her iktisadi politika uygulamasının mutlaka bir bedeli/maliyeti olacaktır ve getirdikleri de olacaktır. Bu muhakkak toplamı sıfır olması gereken bir anlayış değil ama attığımız her adımın mutlaka bir yerde bir maliyeti olması kaçınılmaz durumdadır. Döviz kurunda istikrar, kuşkusuz bir ekonomi için çok önemli olgulardan bir tanesi fakat burada döviz kurunun “reel” fiyatı, yani enflasyondan arındırılmış fiyatının dengede olması önemlidir. Tıpkı ücretin ve ya faizin reel değerine baktığımız gibi; bu tür çok önemli makroekonomik fiyatlara hep enflasyondan arındırarak bakıyoruz. Dolayısıyla döviz kurunun, kabaca son 6-8 aylık bir zaman dilimi içerisinde nominal değerinin, yani piyasadaki spot değerinin, 19 lira bandında olması enflasyondan arındırıldığında aslında dengesi yitirilmiş bir konjonktür yaşadık. Konuya reel olarak baktığınız vakit, döviz kurunun reel olarak ucuzlamasında kimler zarar gördü kimler yararlandı bu ayrımı da yapmamız gerekir ve hatta burada bu kur seviyesinin nasıl korunduğunu da sormalıyız. Evet herkes merak ediyor, acaba Katar’dan para geliyor öyle mi döviz kuru tutuluyor gibi.. siz reel derken Merkez Bankasının (TCMB’nin) açıkladığı reel efektif döviz kurundan mı bahsediyoruz? Evet, enflasyondan arındırılması ve hangi dövize göre arındırıldığı da önemli. TCMB, kabaca otuz uluslararası ikili ticaret partnerimizde yaşanan enflasyonu ağırlıklandırarak ölçüyor; ben daha kaba ama daha net sonuçlar veren hesap yapıyorum yani Amerikan doları karşısındaki değerine bakıyorum. Amerika’da enflasyonu kabaca yüzde 5-8 aralığında alırsanız (bu dönemde böyle seyretti) ve Türkiye’de yüzde 60-80 aralığında seyreden enflasyonu alırsanız; bu durumda yüzde 50’ye yakın reel ucuzlama oldu. İhracatçılar bundan oldukça kaygılılar. Avrupa’nın yaşadığı Covid sonrası genişleme, küresel tedarik zincirlerinin yön değiştirmesi, Türkiye’nin gümrük birliği içerisindeki avantajlı konumunu koruyabilmesi üzerinden bazı ihracatçı şirketler kazandı ama Avrupa pazarına ulaşamayan küçük işletmeler, KOBİ’ler açısından bunun oldukça sert bir maliyeti oldu. Döviz kurunun piyasadaki nominal değerinin değil, “reel” fiyatının istikrarlı olması önemlidir. Bunu sağlayacak olgu ise teknolojik üretkenlik kazanımlarına dayalı genişlemedir, ücretli emeğin ve yurtiçi karların korunabildiği üretkenlik temposunun arttırabilmesidir. Sadece yurtdışındaki konjonktüre bağlı olarak ihracatın genişlemesi tek başına yeterli değildir, döviz kurunun reel olarak değer kaybetmesi nominal olarak sabit kalması söz konusuyken bir de bu arada muazzam bir enflasyonist baskı varsa… bunlar size cari işlemler açığı olarak ortaya çıkan bir tahribat yaratır. Ama vatandaş kurda dalgalanma yok diye düşünüyor, buna ne dersiniz?.. Bu bir yanılsama… Bahsettiğim tabloya bakınca bunun maliyetini görüyoruz, tabloya bakınca dış açığın, kaynağı belirsiz döviz girişleriyle yaratıldığını anlıyoruz. Yaklaşık 55 milyar dolar civarındaki dış açığımızın neredeyse yarısı, 25-26 milyar doları, net hata noksan olarak tabir edilen kaynağı belirsiz girişten ve bunların bir bölümünün polisiye vaka taşıyabileceğini düşünüyoruz. Kolombiya’dan, Peru’dan gelen uyuşturucu kaçakçılığı sorunu var, sınır bölgelerimizden bazı döviz girişlerinin kaynağı belirsiz. Ukrayna üzerinden konjonktürel bir döviz girişi var. Bu döviz girişinin sonucuna baktığınızda reel döviz kuru ucuzlaması ile birlikte ülke içinde ithalatın da kamçılandığını görüyoruz. İthalattaki bu artış da Türkiye’nin dış ticaret açığına çok büyük bir ivme kazandırarak büyük bir dış açık tepkime potansiyeli doğuruyor. Bu dönemde Türkiye; ithalatı çok yüksek bir şekilde artarken, ithalatın ucuzlamasından kaynaklanan tüketim çılgınlığı, o ithal mallarına ulaşabilir insanların lehine muazzam bir gelir bölüşümü ve bölüşüm şokundan geçti. Benim aklıma, dövizi orada tutmak için ne gibi siyasi ve iktisadi ödünler verdik sorusu da geliyor. Belirsiz bir rezerv kullandık. TCMB’nin rezervlerinde bu kayıt dışılığın yanında, bir dizi muhasebe oyunuyla 130 milyar dolara yakın bir rezervin yok olduğunu görüyoruz. O rezervler hangi siyasi ve ekonomik ödünlerle biriktirildi onu bilmiyoruz. Merkez Bankasının bilançosunda muazzam bir sis perdesi ve denetimden kaçış söz konusudur. Tüm bunlar, birikerek Türkiye’nin bürokrasisinin, kamu idaresinin güvenilirliğini yitirmesine sebep oluyor. Bilançolar şeffaf değil, alınan kararlar denetlenmekten uzak; bu güven kaybı Türkiye’de rasgele, düzgün ve denetlenebilir koşullar üzerinden olmayan bir piyasa ekonomisi yaratıyor. Gerek yerli gerek uluslararası yatırımcıyı bu piyasa ekonomisine kuşkuyla yaklaştığı bir dönemece getiriyor. Bu dönemeç nedeniyledir ki bahsettiğim tahribat daha elzem sonuçlar doğurur. ENFLASYON SORUNU SADECE PARA POLİTİKASIYLA ÇÖZÜLMEZ! Hocam ben aslında bu söyleşide Türkiye’de enflasyon konusunu ele almamayı düşünüyordum zira geçen hafta açıklanan enflasyon rakamı yüzünden çok fazla enflasyon yorumu verilmişti. Ama enflasyondan bağımsız hiçbir şey işlemiyor sanırım ki söz konusu döviz kurunu enflasyondan bağımsız değerlendiremedik. Hatta enflasyonla, şu koşulda, mücadeleniz de önem taşıyor. Ortodoks, geleneksel iktisatta enflasyona bakış açımız parasal bir meseledir. Dolayısıyla ona göre, para politikası kullanarak enflasyonla mücadele edebilirsiniz şeklindedir. Hâlbuki ben ve benimle beraber hareket eden birçok meslektaşıma göre enflasyon; bahsettiğimiz işgücü, mal piyasaları, döviz piyasaları, yani ekonominin diğer piyasalarındaki dengesizliklerin, tıkanıklıkların bir sonucudur (düdüklü tencerenin sibobunun bir anda açılması gibi). Reel ekonomide yaşanan tıkanıklıkların, dengesizliklerin, bölüşüm kavgasının, bölüşüm çatışmasının bir sonucudur enflasyon; bu bakımdan sadece parasal tedbirlerle de enflasyonu düşürmek mümkün olmayacaktır. Sadece para politikasıyla faizi yükselterek enflasyonu Türkiye’de düşüremeyeceğimiz konusu oldukça uzun bir konu öyle değil mi? Evet, dünyada da, uluslararası yazında da görüyoruz, ABD’deki ve Avrupa’daki enflasyonla mücadelede de sadece faiz politikası yeterli olmayacak, olmuyor, enflasyonun nedeni talep yönlü değil arz yönlü. Şirketlerin bu belirsizlik ortamında kar marjlarını koruyabilmeleri için yürüttükleri yapışkan hale gelmiş bir enflasyon var. Ücret maliyeti üzerinden değil, sermayenin maliyeti üzerinden enflasyonist dinamikler taşınıyor. 2002 yılındaki krizden çıkış tarzını unutun…. Ama  Türkiye’de seçim olacak o zaman belki her şey değişir diye düşünenler olabilir siz de bana seçim sonrasını sormayı planlıyorsunuzdur.. Daha önceki iktidar değişiminde, dünyada yaşanan ve uluslararası iktisatta “Büyük Uyum Çağı” olarak adlandırılan dönem çok tatlı bir dönem idi. Bizim 2001 krizimiz sonrasında, bugün toprağı bol olsun Kemal Derviş hocanın da çalışmalarıyla katkıları ile olan neoliberal küreselleşmeye dayalı genişleme konjonktürü, tam AKP’nin iktidar olma dönemine denk geldi. Kabaca 2001-2002’den 2009 büyük küresel krizine kadar olan dönemde hızlı büyüme yaşandı, uluslararası ticaret çok genişliyordu, uluslararası piyasalarda dolar ucuzdu, faizler düşüktü, enflasyon yüzde 2-3 bandında idi, Türkiye de bu uluslararası genişleyici konjonktürden yararlanarak sıcak parayı kendine çekerek özelleştirmeler, imar rantları üzerinden genişledi. O dönemin, düşük enflasyon, düşük faiz, döviz kurları konjonktürü Türkiye açısından çok nadir görülen bir dönemin konjonktürü idi. Avrupa’da da ABD’de de, tekrar, o dönemin yüzde 2-3 lük enflasyonuna dönüş, şu anda ne mümkün ne de arzulanır bir durumdur. Dünyanın ortalama enflasyonunun daha yüksek, kabaca yüzde 5-8 olduğu bir dönemden geçeceğiz (en azından bir orta uzun döneme kadar, yani 1-2 aylık değil dalgalanarak 3-4-5 senelik dönem). Bu durumda Türkiye’nin hiçbir zaman tutturamadığı bu yüzde 5 enflasyon hedefinde ısrar etmesini artık gerçekçi bir şekilde gözden geçirmesini;  dünyadaki koşullara bağlı daha yüksek faiz, daha yüksek enflasyon, daha pahalı döviz, daha durgun bir ekonomi (2001-2009 aralığına ters düşerek) ortamında Türkiye’nin enflasyonunun yüzde 10-15 bandında süreceğini; bunun altına düşürmenin ise çok aşırı daraltıcı (bugün Arjantin’in yaşadığı hem yüksek enflasyonu düşüremeyen hem de muazzam bir durgunluk, ücret şoku yaşayan durgun ve tahrip edilmiş) bir ekonomi yaratacağını öngörüyorum. Bu yüzden, bizim enflasyonla mücadelemiz “bir an evvel yüzde 5, bir an evvel tek haneli enflasyon” değil (elbette bu yüzde 20 enflasyon da değil) ama dünyanın gerçeklerine uygun, yüzde 10-15 bandı arasında olması gerektiğini ve bunun tolere edilebilir bir enflasyon olacağını düşünüyorum. En azından orta dönem içerisinde böyle olmalı. Hele hele seçim sonrasında.. velev ki (Ali Babacan ve ekibinin diyeceğim) bir şok tedavisiyle bir an evvel enflasyonu tek haneye düşürmek adına, mali disiplin sağlayalım/mali kural sağlayalım diye çok sert/daraltıcı para ve maliye politikası uygulamasının, emeği ile geçinen insanlar açısından kabul edilemez/tahammül edilemez bir daralma anlamına geleceğini ve çok sert tepeceğini düşünüyorum. Şu ara yani seçim öncesi Millet İttifakındaki ekonomi kurmaylarının söylemleri hakkında ne düşünüyorsunuz zira orada bazı kurmaylardan “acı reçete” söylemini duydum, 2002 yıllarındaki sıcak para akışına atıf yapıldığını duydum. Olumlu bir örnek olarak sürekli 2001-2002’de hayata geçirilen politikalara değiniliyor, ancak siz dünya artık farklı bir yerde diyorsunuz, kartlar yeniden dağıtılmış. Bize başka bir pencereyi gösteriyorsunuz.. O zamanları biraz da genelleme ve karikatürize etme pahasına anlatayım. O zamanlar Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmuş, 2000’li yılların başı ve dünyanın bir atölyesi konumunda, üretim merkezi haline dönüşmüş. Sadece Çin değil, Çin coğrafyası diyelim; Vietnam’daki, Malezya’daki ucuz işgücü, adaptasyon, inovasyon, eğitimli ucuz işgücü kullanılıyordu buna daha sonra Meksika, Sahra altı Afrika’nın ucuz işgücü depoları da eklendi. Çin, t-shirt, dayanıklı tüketim malları, buzdolabı- televizyon-bulaşık makinası gibi ücret malları dediğimiz malları üretiyor idi öte tarafta ABD ve Avrupa’nın İngiltere’si Fransa’sı tasarım üretiyor idi. Böyle bir dünya vardı. Mesela Nike, Air Jordan, New York’un moda merkezlerinde tasarlanıyor ama bilfiil Vietnam’da üretiliyordu. Bu durum, ABD’de muazzam bir dış ticaret açığı yaratmıştı. ABD’nin cari işlemler açığı 2009’a kadar yılda kabaca 500 milyar dolar idi. ABD bunu para basarak finanse etti, hazine kâğıdı ile, finansal oyunlarla, türev enstrümanlarla ve yeni finansal ürünlerle ABD finans üretiyordu Çin ise malları üretiyordu. Bu kuşkusuz hassas bir dengeydi fakat bu arada Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Malezya, Endonezya, Mısır gibi yeni gelişen yükselen piyasa ekonomileri (o zamanlar tv’lerde emerging market economies derlerdi) olarak adlandırıldı. Biz de yükseldik; göreceli olarak o dönemde yüksek faiz veriyorduk, özelleştirmeler sunuyorduk, sıcak para akımlarından (o 500 milyar dolarlık cari işlemler açığının yaratığı finansal coşkudan) Türkiye de nemalandı. Şimdi, dünya ticaretinde Çin hem Covid hem de orta sınıfının güçlenmesi ile artık ucuz işgücü üzerinden ihracat yapan bir ekonomi değil, kendi iç pazarına yönelik kendi orta sınıflarını besleyen, ücretleri de yükseltmeye başlayan olgunlaşmış matüre bir ekonomi olmaya başladı. Anlattığım ticaret ve finans akımları artık söz konusu değildir. Hatta 2010 sonrasının büyük durgunluk (great recession) diye adlandırılan döneminde artık Çin’in rolü değişti, ABD’nin dış ticaret açığı bunu göğüsleyemedi, yeni bir sanayi hamlesi de gelmedi. Bizdeki yerli ve milli sloganı gibi, bir şeyi tahayyül ediyorsunuz, temenni ediyorsunuz, ama ortada yok. Demek istediğim, Sanayi 4.0 dediler, ama öyle bir şey yok. Sanayi 4.0 olarak mistik bir hava yaratıldı, böyle robotlar, dijital ekonomi, steril beyaz gömlekli teknisyenler, tıkır tıkır işleyen makinalar hayal edildi, bir Hollywood manzarası yaratıldı ama yok böyle bir şey gerçekleşmedi. Evet dijitalizasyon var, yapay zekâ var ama bunun kitlesel üretime dönüşmesi ve insanların artık çalışma saatlerini düşürerek robotlar tarafından her şeyin üretildiği bir hayal dünyası gerçeğe dönüşmedi. Dünya ekonomisi bunun dengesizliğini yaşıyor. Covid, Rusya-Ukrayna silahlı çatışması da bunların üzerine geldi. Geleceği tahayyül etmek zor ama bu analizin yarattığı sonuçlara göre,  eğer Covid veya Rusya’da jeopolitik gerginlik olmasaydı dahi dünya ekonomisinde 2018’den sonra yine benzer bir şekilde ticaret akımlarının yön değiştirilmesi ile çekilen sancılar ve yüksek enflasyon söz konusu olacaktı. Yine, Merkez Bankaları sadece faizleri yükselterek sadece fiyat istikrarını düşünerek; bölüşüm, yatırım, dış ticaret dengesi gibi sorunlarla uğraşmayarak, piyasanın kendi kendine dengeye gelmesi gibi bir durumun gerçekleşmesini izleyemeyecekti. Şu anda bu noktadayız. Enflasyon bu dengesizliklerin sonucuydu. Atacağınız adımları da insanların masasındaki ekmeğe, halkın refahına ve bölüşüm uzantılarına etkisini düşünmeden atmak, hem işe yaramayacak hem de size olan siyasi desteğin hızla erimesine neden olacaktır. Çok hassas dengeler ama klişe, ezber, soğuk savaş döneminden kalma iktisat teorileri geleneksel, kemer sıkmaya dayalı mali disiplin ve parasal sıkılaştırmaya dayalı tedbirlerle bu “yeni enflasyon” “yeni dengesizlik” “yeni sanayileşme sorunları” ile baş edemeyiz. Yani acı reçete çare değil mi? Çare ne? ÖNCELİKLENDİRME SIRALAMASI YAPILMALI... Önümüzde bir Arjantin örneği var. Arjantin, IMF’den ülke kotasının katbekat üzerinde 50 milyar dolara yakın destek almasına rağmen sanayisini döndüremedi, üretimini arttıramadı, işsizliğini düşüremedi ve enflasyonda hiperenflasyonu engelleyemedi. Tüm bu olumsuz görünümün yanında, Türkiye’nin kendi becerisinden yarattığı sorunlar kümesinin: liyakatsiz bir ekonomi anlayışı, hukukunun çiğnenmesi, kamu bürokrasisinin tahrip edilmesi göreceli olarak bize hangi adımları öncelikli atmamız gerektiğini gösteriyor çünkü o adımlar sayesinde oluşacak güven ortamı ancak bu acı reçetenin işleyiş mekanizmasını kolaylaştırır. Bu durumda acı reçete büyük bir tahribat ve daraltıcı etkiler yaratmayabilir. Ben atacağımız ilk adımların orada olması gerektiğini düşünüyorum. Bana, siz olsaydınız bu ekonomi ekibinde neyi savunurdunuz, neyin uygulanmasını isterdiniz diye soracak olursanız; bu bir önceliklendirme sırası olacaktır kuşkusuz; ilk olarak Merkez Bankası, YÖK, RTÜK vb. kamu kurumlarında liyakate dayalı bir görev değişikliğini hemen uygulamaya geçirirdim. Ankara’da bulunduğumda birçok öğrencim kamu kuruluşlarında daire başkanı, orta kademede yöneticilik yapıyordu, oralarda ODTÜ’den, Boğaziçi’nden, Bilkent, Koç gibi Türkiye’nin çok iyi üniversitelerinden çok deneyimli bir güçlü bürokrasi var fakat bunlar etkinsizleştirildi veya yerleri değiştirildi. Örneğin DPT kapatıldı onun yerine Cumhurbaşkanlığı Stratejik Bütçe Başkanlığı Ofisi (TCSBB) kuruldu. Tekrar bir DPT kurulmasına gerek yok hatta şu anda TCSBB’nın web sayfasındaki 20 dokümanlı tasarım DPT’nin tasarımı ama TCSBB’nin yetkisi yok. DPT, bakanlıklar üstü idi, oradan Başbakan’a bağlı idi. TCSBB; daha gerçekçi, orta vadeli planla, yıllık planla, yatırım programıyla,  ekonominin genel dengesine ilişkin veriler yaratma yetkisi verecek yeni bir tasarıma dönüştürülebilir. Türkiye’nin hızla şeffaf, doğru, gerçekçi verilere ihtiyacı var. Ama her alanda, enflasyon, istihdam, işgücü, büyüme ..Mesela büyüme rakamlarına artık kuşkuyla bakıyoruz. Büyümenin içinde bölüşümün nasıl olduğuna ve bölüşüm yönlü verilere şiddetle ihtiyacımız var. Çok kaba verilerimiz var. İşletme artı ücretli emek diyoruz. Bu kaba veriler bile emeğin milli gelirden aldığı payın, yani bölüşümün nasıl bozulduğunu gösteriyor. Merkez Bankası verilerinde de şeffaflığa ihtiyaç var. Rezervler nasıl birikti nasıl harcandı görmeliyiz. Oradaki muhasebe oyunlarını bilmiyoruz. Keza YÖK, şu anda üniversitelerin nasıl eğitim yapılacağının denetlendiği bir durumdayız. Türkiye ekonomisinin seçimden sonra ilk bir-iki ayını bu yönde atılacak güvenilir adımlarla dizayn etmesi gerekir; Merkez Bankasının, TÜİK’in, TCSBB’nin, BDDK’nın, SPK’nın, Rekabet Kurumunun doğru verilerle ve güven sağlayacak bir kurguyla düzenlenmesi gerekir. Liste uzun ama buradan başlanması gerekiyor. Bunun iktisadi faydalarını bir tarafa bırakın Türkiye’nin bu tarz bir demokrasiye, havaya suya ekmeğe ihtiyacı olduğu gibi ihtiyacı var. Türkiye’nin risk primini düşürecektir; Türkiye dolar bazında yüzde 10’a yakın bir faizle borçlanıyor yurt dışından, ve bu borçlar çevriliyor, bu borçların çevrilmesi Türkiye ekonomisine muazzam bir yük getiriyor. O risk priminin düşürülmesi ekonomide (hem yerli hem uluslararası bazda) faiz yükünün düşürülmesine olanak sağlayacaktır. Türkiye’ye gelecek olan paranın niteliği çok önemli olacaktır. Sıcak, spekülatif finansal öğelere olan paraya bir dereceye kadar tahammül etmeliyiz/tolere etmeliyiz ama bir noktadan sonra Türkiye’nin tekrar sıcak paraya bağımlı bir hale gelmesini engellememiz gerekir. Orada da finansal işlem vergisi, zorunlu karşılık oranlarının çeşitlendirilmesi ve çeşitli piyasa aletleriyle sıcak para akımlarının denetlenmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü adı üzerinde o para bugün burada bir saat sonra başka bir yerde yani kalıcı değil. Bu, döviz kurundaki dalgalanmayı tetikleyen bir faktör olarak orada duracaktır. AKP hükümetinin icat ettiği mekanizmalardan bir tanesi kur korumalı mevduat (KKM) oldu. Ben bu kur korumalı mevduata bir intikam almak şeklinde yaklaşmamak gerektiğini düşünüyorum; oradan ne olursa olsun 2 trilyon TL’ye yakın 100 milyar dolar karşılığı olan bir tasarruf birikti. Bunların tedricen, piyasa kendi kendine dengeye gelirken, çözülmesini beklemek daha uygun olacaktır. Sanırım Millet İttifakı bu konuda hem fikir, hemen tasfiyesini uygun görmüyor. Bunu da şirketlere tanınan vergi ayrıcalıkları, o hesaplara tanınan vergi avantajları, asimetrik dengesiz ve eşitsiz imtiyazların kaldırılması şeklinde tasarruf kalemi olarak sisteme geçecektir. KKM niye kurgulanmıştı? Merkez Bankası düşük faiz uyguluyormuş gibi yapacaktı ve vatandaş eğer o düşük faizden tasarruf düşünmüyorsa, dövize yönelmesin diye orada KKM gibi garip bir yaratık kurgulandı. O garip yaratığa faiz verilmeye başlandı. O faizi de bankalar değil, Merkez Bankası ve Hazine vermeye başladı dolayısıyla finansal sistem içinde, tasarruf sahipleri-bankalar-kredi-şirketler ağı/döngüsü bozularak Hazine ve Merkez Bankası hiç üzerlerine olmayan bir vazifeyle görevlendirildi, ve kuşkusuz kamu bankaları da burada var. KKM, sadece ve sadece faizleri biz düşürüyoruz algısı yaratmak için icat edildi. Hatta sistem istenildiği şekilde işlemedi; kredi kullanılsın istenildi, krediler genişlesin istenildi ama 2018’de bankacılık kesimin verdiği kredilerin milli gelire oranı yüzde 70 düzeyinde, şimdi bu oran yüzde 50’ye düşmüş. Yani amacına da hizmet etmiyor. Çünkü kredi kullanmanın tek unsuru faiz değildir; faizin yanında güven unsuru olmalıdır. Ekonominin gidişatı da burada unsurdur, kredileri nereye kullanayım diye düşünenler var. Türkiye ekonomisi sadece özel tüketim harcamaları üzerinden büyüdü, sabit sermaye yatırımları yüzde 2-3 seviyesinde çok düşük kaldı. Yeni bir sanayi, teknoloji, sürdürülebilir büyüme, sermayenin genişlemesi anlamında değil; yine muazzam bir dış ticaret açığıyla, reel olarak ucuzlatılmış dövizle satın alınan özel tüketim harcamasıyla “büyüyor izlenimi” yaratılıyor. Çarpık, sürdürülebilir değil ve emek aleyhtarı. Buna timsah kapitalizmi diyorum. Bu deyim ilk Birleşmiş Milletler UNCTAD’da küresel ekonomiye ilişkin olarak (crocodile capitalism) bu şekilde vurgulanmıştı 2019’dan sonra baktığınızda emeğin milli gelirden aldığı pay gerilerken sermayenin milli gelirden aldığı pay artıyordu, grafiği sanki bir timsah ağzını açmış görünümü arz ediyordu. Bu timsah kapitalizmi tamamen çatışan ve ayrışan dünya izlenimi verir. Burada şu notu da vermek isterim. Türkiye, 1980’lerde 1990’larda neredeyse 15-20 sene boyunca yapışkan dediğimiz çok yüksek oranlarda (yüzde 60-80 bandında) iktisat tarihinde pek de açıklanamayan bir enflasyon yaşadı. Ulusların tarihinde normalde böyle yüzde 60-80 enflasyonlar bir yerden sonra yüzde 200’e patlıyor gidiyor hiperenflasyona; yahut acı reçeteyle yüzde 20’nin altına düşüyor. Türkiye’de bu olmadı. Bu Türkiye usulü ilginç bir iktisat oldu. Bu, zayıf koalisyon hükümetleri ile, Türkiye’nin jeopolitik konumu ile, kayıt dışılık ile, sıcak para akımlarının yeni başlaması ile mi dersiniz ne derseniz deyin bir şekilde sürdürüldü. Hazine bonosu, kamu maliyesi bir faiz bütçesi haline gelmişti, yüzde 120-130 ile hazine bonoları çıkıyordu. Döviz kuru hasbelkader sürekli bir mikro ayarlamayla dengede yıllık devalüasyonda yüzde 70-90’da devam ediyordu. Enflasyon o zaman da kuşkusuz ücretliyi, emekçiyi vuruyordu ama bugünkü kadar gördüğümüz bir tarafta çok aşırı lüks tüketim ile bir tarafta derin yoksulluk, bu derece, eş anlı olarak görülmemişti. Korkut Boratav hoca bu son üç senemizi, eşi benzeri görülmemiş bir bölüşüm şoku olarak niteler. Türkiye’de milli gelirin içinde ücretli emeğin payı birden bire yüzde 32’den yüzde 25’e düştü reel ücretlerde ise anca anca yüzde 1-2’lik artış var. Yani bölüşüm hiçbir zaman bu kadar sert tahrip edilmemişti. AKP KAZANSA SÜRDÜRDÜĞÜ PROGRAMI SÜRDÜREMEZ Ki AKP hükümeti ile devam ederse herhalde böyle devam edecek?.. AKP eğer iktidarda kalırsa Cumhur ittifakı, son yürüttüğünü iddia ettiği ekonomi programını izleyemez, bunun ile deva edilemez. Taşıma su ile Merkez Bankası bir yerlerden rezerv alacak, dövizi tutmaya çalışacak, cari işlemler açığı patlayıp 50-60 milyar dolarlara çıkacak, Türkiye dış borçlarını çevirmek için muazzam bir kaynak girişine ihtiyacı olacak. Mümkün değil devam edemez. Çok önemli risk unsurlarından bir tanesi, Asya krizi zamanında ortaya çıkan bir gösterge: Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış borçlara oranıdır. Uluslararası İktisat yazınında özellikle Asya krizinden sonra bir krizin en önemli öncü göstergesi olarak ele alınır. 2001 krizinde bu oran yüzde 65 idi [rezervler (brüt) kabaca 130 milyar dolar kısa vadeli dış borç stoku 180 milyar dolar]. Şimdi, bu oran yine yüzde 46 civarına geriledi. Uluslararası derecelendirme kuruluşları ve spekülatörler, riski görmek için enflasyona bakar bütçe açığına bakar cari işlemler açığına bakar ve merkez bankası rezervlerinin kısa vadeli dış borca oranına, bunları bir risk göstergesi olarak görüyorlar. Bu gösterge ne kadar düşükse o kadar riskli, güvenilmez kırılgan bir ekonomisiniz demektir. Türkiye’nin bürokrasisinin çalışamaz duruma getirilmiş bu son haliyle alt, orta kademedeki karar alıcılar göze batmamak için/amirinden azar işitmemek için inisiyatif alamıyor, yaratıcı bir fikir geliştiremiyor, bu endişeyle ve atalet içerisinde sadece seyirci durumunda. Herkesin ilk cümlesi “Sayın Cumhurbaşkanımın talimatlarıyla” . Böyle bir idare tarzı.. 800 milyar dolarlık bir ekonominin idare biçimi..bu olamaz. Herkeste üst amirinin gözüne batmayan çekingenliğiyle/korkusuyla ekonomi işlemez vaziyette. Bu noktada, Cumhur İttifakının seçimi kazanması durumunda, ya işleyiş için tekrar parlamenter sisteme geri dönmek gerekecektir ki hiç zannetmiyorum çünkü Cumhur İttifakı açısından bu bir intihar olacaktır,  bu sistemi niye kurduk ki o zaman denecektir, bu sistem hızlı karar alınsın diye kurduk deyip o adımı göze alamayacaklardır. Ama bu sistemin de sürdürülebilmesi mümkün değil. İktisadi program diye günü geçirmekten başka bir adımı olmayan bir program çerçevesinde ilerliyorlar. Seçim sonrası Cumhur İttifakı iktidarda kalırsa bunun sürdürülemeyeceği ve iktisadi gerçeklerin yüzlerine çarpacağını düşünüyorum. Bunu düşünmek dahi istemiyorum çünkü o çok şiddetli bir kriz ve parçalanmış bir siyasi hayat anlamına gelecektir. Umudum o yüzden öbür tarafta… Peki Türkiye’nin en büyük ekonomi sorunu nedir? Siyaset, yönetişim sorunu, bir Merkez Bankası düşünün ki.. Ama AKP den önce de bir ekonomi sorunu vardı Türkiye’nin, oradan itibaren incelersek? Acil diye dedim. Ama Türkiye’nin sorununu betimlemeye çalışırsak Türkiye’nin küresel işbölümü içerisinde bir ucuz ithalat, ithalata dayalı bir sanayi ve ucuz işgücü sorunu var. Sorun, Türkiye’nin kendi sanayi hamlesini yapamamış olması, eğitimli işgücünü kullanamaması, üniversite sanayi-işbirliğini, Kore Hindistan gibi kendi sanayisini tetikleyememesi. Eğitim, teknoloji ve yapısal reform sorunları hep devam etti. Kendi uluslararası markamız yok bunları yaratmak gerekir. Deprem vesilesiyle gündeme geldi ama; Türkiye’nin çok uzun süredir ana sorunu sanayi, finans, hizmet ve sosyal hizmetlerinin Ankara’nın batısında yoğunlaşması / tekelleşmesi, Ankara’nın doğusunda sanayinin (bu tarımsal sanayiler de olabilir, hayvancılık, organik tarım gibi; hele hele şu anda çok daha cazip bir hale gelebilecek yeşil enerji yenilenebilir enerji tasarımları olabilir) olmamasıdır. Ankara’nın doğusuna bizim mükemmeliyet merkezleri yaratmamız gerekir. İki farklı Türkiye var, biri yoksul biri de hasbelkader orta gelirde bocalayan Türkiye bu ikisi arasındaki uçurumu kapatmamız gerekir. İddia ediyorum ki İstanbul Urfa’yı yaratıyor. Urfa’daki yoksulluğu, Hatay’daki felaketi, Hakkâri’yi, Şırnak’ı, Bingöl’ü İstanbul yaratıyor, orayı ucuz işgücü deposu gibi kullanıyorlar. Oralar bir iç pazar olarak kullanıyor, hâlbuki kamu önderliğinde devlet süt de üretebilir hayvancılık da yapar. Ama hangi koşullarda ve nasıl olduğu önemlidir. Dünyada da böyle değil mi mesela ABD’de de her şey New York’ta, aynı değil mi? Hayır. New York, Chicago, California, Texas hepsi kendine öz zenginliğini çıkartıyor. Minnesota, Iowa muazzam bir tarım deposudur, öyle küçük aile işletmeleriyle yağmur duasına çıkalım diye değil son derece modern koşullarda tarım yapılıyor. ABD işgücünün yüzde 2’si tarımda istihdam ediliyor ve muazzam bir lojistik ağı var. Tarihten bildiğimiz Mezopotamya çok verimli topraklar, ama orada ürettiğiniz patatesi domatesi taşıyacak kanallarınız, demiryolu ağınız/ lojistik ağınız yok. Bunlar bir günde olmaz ama planlanmalıdır. Mesela İstanbul Olimpiyatları; bir türlü İstanbul’a alamadık. Olimpiyatları Diyarbakır’da veya Bingöl’de ve ya Antep’te Adana’da doğuda bir yerde düzenleyemez miydi? Onun getireceği kültürel zenginliği Ankara’nın doğusuna taşıyacak bir düzen yapamaz mıydı? Her şey burada İstanbul’da yapılsın diye düşünülüyor. Umarım ekonomi kadrosunda yer alırsınız da bu fikirleri hükümete de dile getirirsiniz hocam. Teşekkürler.