Şartlar ve devir gerçekleri bu kadar eğip bükmeye müsait değil. Dolayısıyla, totaliter bir rejimin şiddetli endoktrinasyonuna maruz kalmış, bu sebeple de olgusal hakikatleri kabullenmekte güçlük çeken bir kitle ile karşı karşıya falan değiliz. Abartmayalım. Erzurum’da yaşananlar, seçime günler kala, bu işin artık nerelere vardığını gözler önüne serdi. “Toplumu gerdiler, böldüler, kutuplaştırdılar” diyerek olan biteni bir yerde hafife alıyoruz, yumuşatıyoruz. “Provoke olmaya” hazır bekletilen çapulcular, her zaman olduğu gibi, aranınca bulunuyor. Görevlerini büyük bir gürültü patırtıyla yapıp sessizce dağılıyorlar. Geriye yaşananların ağırlığı kalıyor. Akli melekeleri yerinde, ortalama zekadaki hiç kimse, Ankara’da sayaçları PKK’nın okuyacağına inanmadığı gibi, Kılıçdaroğlu’nun “Fetöcü”, Akşener’in PKK’lı, Karamollaoğlu’nun “LGBTci”, Babacan’ın rüşvetçi, Davutoğlu’nun hırsız, İmamoğlu veya Yavaş’ın dinsiz, imansız, kitapsız olduğuna inanmaz. Millet İttifakı kazanırsa insanlarla hayvanların evleneceğini düşünmez. Bu ara havada uçuşan bütün o zırvalara itibar etmez. O zaman Erzurum’da “milletin”, İmamoğlu(!)’nu görünce, öyle kendiliğinden galeyana geliverdiğine kim inanıyor? Milletin İmamoğlu’nu görünce “galeyana” gelmesine sebep olacak ne var? İmamoğlu PKK’lı mıymış? Zafer işareti mi yapmış? Hadi canım! O zırvaların yapabileceklerinin sınırı var; “germek”, “bölmek”, “kutuplaştırmak” ve hatta “tahrik” edebilmek, bu tip zırvaların enini boyunu katbekat aşan şeyler. Başörtüsü, dinler, mezhepler, ekonomik politikalar, eşit vatandaşlık, modernlik/gelenek, bireysel özgürlükler, militarizm gibi konularda ayrışırsın, çatışırsın, kutuplaşırsın. Akşener’e cinsiyeti üzerinden yapılan hakaretler ile anca terbiyesizleşir, çirkefleşir, bayağılaşır; anca bildiğin terbiyesiz ile terbiyesini bozmayanı “bölebilirsin”. Karşı olduklarını, zayıf, aciz, yalnız “göstererek”, onları zayıf, aciz, yalnız kılabileceğine inananlar var ama. Bu aslında, genellikle çocuklarda görülen, erişkinlerde görüldüğünde ise gayet arkaik, erkek egemen olarak nitelenebilecek gelişmemiş bir güç anlayışına tekabül ediyor. Arkadaşına çelme takıp kendi kendine gülüp eğlenen çocuğunkine. Tam da bu sebeple bizim buralarda hâlâ alıcısı var. Linç edilmeye çalışılan bir Kılıçdaroğlu; kapısına dayanılmış Akşener; fiziki saldırıya uğramış, başı gözü yarılmış birçok siyasetçi, gazeteci; öldürülmüş ve faili meçhul kalmış bir ülkü ocakları eski başkanı; apar topar seçim otobüsünden aşağı indirilen İmamoğlu… Bu “güç” anlayışına göre, Erzurum’da miting yaptırmayan güçlü(!) yapamayan zayıf(!) olan oluyor.
Peki inanıp inanmamak önemli mi? Önemli! Hem de çok önemli. İnanıyormuş gibi yapmak ile inanmak arasında dünyalar kadar fark var. Sandığa yansıyacak fark, artık tam da bu fark. Bu fark daha da açılmaya mahkûm.
Erzurum’da yaşananların, alt edilemeyen rakibini veya düşmanını veya “arkadaşını”, kendi kıt güç fikrine göre aşağılama, küçük düşürme amacını aşan bir boyutu da elbette var. Erzurum’da Millet İttifakı’na miting yaptırmamak için her yolu mubah sayanlar, çocukları, yaşlı amcaları, teyzeleri de taşladılar veya taşlattılar. Ve orada taşlananlar, sadece ve sadece, seçimlerde Millet İttifakı’ndan yana tercih kullanacak seçmenlerdi. Suçları, resmi olarak “Cumhurbaşkanı Yardımcısı Adayı” İmamoğlu’nun mitingine katılma “cüreti” göstermekti. “Cüret”, İmamoğlu’na Erzurum’da miting yaptırmama inadı değildi! “Cüret” “Erzurum”da miting yapmaya kalkmaktı. “Cüret edilen” o mitinge katılmaya kalkmaktı. Belli ki Erzurum’da seçim falan yoktu. Olamazdı! Erzurum için “belli hassasiyetleri olan bir yer” diyor Derya Yanık. Bizim bildiğimiz kendisi aile bakanı. Bizim bildiğimiz, aile bakanları her şeyden önce çoluk çocuğu korur. Ama nerede? Bizim bakan, ona kalmış gibi, Erzurum’da yaşananlara neredeyse kılıf arıyor. İçişleri Bakanı’na göre, Erzurum’u provoke etmişler, millet sokaktaymış, onlar yatıştırmaya çalışıyormuş. Bu kişi, hepimizin can ve mal güvenliğinden sorumlu. Görev tanımı bu en azından. Ülkemizin İçişleri Bakanı, seçimlere gittiğimiz şu günlerde, taşla sopayla seçmenlere, seçilmişlere ve seçileceklere saldıranları yatıştırıyormuş. Bunu görev bilmiş. Kendisi de seçilecekler arasında bu arada. Artık gerçekten kabak tadı veren sokak röportajlarındaki iki üç şuursuz dışında, bu olanları makul, haklı, meşru gören yok. Şuursuzluk kara cahilliklerinden ileri geliyor zira suçu suçluyu övmek suç. Gerçi biz seçimlere kadar hukuk konuşmuyoruz. AKP’liliğin, hiçbir şey olmasa “utanılacak” bu beyanatlarını, makul, haklı, meşru gösterdiğini düşünüyorlar. Bu ise, gerçekten bizim derdimiz değil. AK Parti’nin derdi. “Bizi destekleyenler nasıl olur da milleti taşlamayı marifet zannedebilirler” diye oturup kafa yormalılar.
Peki inanıp inanmamak önemli mi? Önemli! Hem de çok önemli. İnanıyormuş gibi yapmak ile inanmak arasında dünyalar kadar fark var. Sandığa yansıyacak fark, artık tam da bu fark. Bu fark daha da açılmaya mahkûm.
Günahıyla sevabıyla İmamoğlu öyle taşlanacak kadar şeytanlaştırılabilecek bir adam değil. Türkiye’nin, hatta dünyanın en büyük şehirlerinden birinin iki kere seçilmiş belediye başkanı. Kan revan içinde kalmış bir oğlan çocuğu, başörtülü bir kadın, beyaz saçlı bir yaşlı amca da ne yapsan ne desen, kimseye “oh olmuş” dedirtemiyor! Dedirtmez! Yozlaşma, ahlaki çöküntü var ama o kadar uzun boylu da değil. Toplumun olmazsa olmaz, birincil, en öncelikli temeli, fiziksel sınırlar, vücut bütünlüğü, can güvenliği. Başkasına dokunamazsın, taş atamazsın, saldıramazsın, kimseyi dövemezsin, öldüremezsin vs. Başkalarının canına, vücut bütünlüğüne, çocuğuna saldırırsan toplumu dinamitlersin. En büyük “cüret” bu. Ne büyük “cesaret” gerçekten. Hava koklanıyor, nabız yoklanıyor. Kim kokluyor kim yokluyor bilinmez. Erzurum Dernekler Federasyonu diye bir şey varmış; onu temsil eden de bir kişi. 24 saat geçmeden çıkıyor diyor ki: (İmamoğlu) “hiçbir ilgi görmediği için, dışarıdan getirdiğini tahmin ettiğimiz bir grupla halkın üzerine taş atmıştır”. Devamı, malum, geliyor. Provokasyonu Millet İttifakı, İmamoğlu yapmış. Bu bir tür çark etme. “İnfiale gelenleri tutamıyoruz” pozisyonundan; olanlar aslında mağdurların “bir tezgâhı” iddiasına yatay geçiş. İddia vahim. Vahimden öte. Camide içki içmek kadar. Seçimlerde oy çalmak kadar. Belediyelerde PKK’lı terörist istihdam etmek kadar. O kadar vahim o kadar vahim ki insanın gerçek olduğuna inanası bir türlü gelmiyor. Kimse, Millet İttifakı’nın kazanamayacağını anlayınca Erzurum’da kendi kendini taşlattığına inanmıyor. Buna inananlar ve inanmayanlar olarak ikiye bölünmüş, kutuplaşmış, ayrışmış falan değiliz. Buradan, bu saçmalıklara inanmak isteyenler, inanıyormuş gibi yapanlar olmadığı sonucu çıkmaz elbette. Öte yandan, inananların bir bahanesinin de olmadığını, bunun, doğrudan ve tamamıyla onların tercihi olduğunu da vurgulamak gerek. Bu iktidarın totaliteryen hülyaları olduğu söylenebilir. Kürtajdan çocuk sayısına, dini vecibelerin yerine getirilmesinden komşuluk ilişkilerine, bıraksanız her konuya müdahale etmek isteyecek bir zihniyet. Ama şartlar ve devir bu hülyalara, gerçekleri bu kadar eğip bükmeye müsait değil. Dolayısıyla, totaliter bir rejimin şiddetli endoktrinasyonuna maruz kalmış, bu sebeple de olgusal hakikatleri kabullenmekte güçlük çeken bir kitle ile karşı karşıya falan değiliz. Abartmayalım. İmamoğlu’nun kendini taşlattığına inanmayı tercih edenin “siyasi” tercihi bu yönde. Bu tercih, özünde ne kadar “siyasi”, siyasetin kendine has rasyonalitesine ne kadar uygun ne kadar sürdürülebilir, o da bu “siyaseti” güdenlerin sorunu. Bizim değil. Peki inanıp inanmamak önemli mi? Önemli! Hem de çok önemli. İnanıyormuş gibi yapmak ile inanmak arasında dünyalar kadar fark var. Sandığa yansıyacak fark, artık tam da bu fark. Bu fark daha da açılmaya mahkûm.