Bizim, “kimliklerin eşitliği üzerinden radikal demokrat bir hegemonya kurmak” düşüncemiz bir fantezi olabilir mi? Acaba “Herkes kendi köyüne!” mi demeli. Yoksa her kimliğin kendi içinde demokratik bir süreci sürdürmesi mi daha doğru? Son seçimlerle birlikte Türkiye siyasetinde bazı şeyler değişmeye başladı gibi. Özellikle muhalefet partiler tarafında neredeyse her parti içinde durum değerlendirmeleri yapılmakta ve önümüzdeki günlerde (ve tabii özellikle mahalli seçimlerde) nasıl bir siyaset izlemek gerekir türünden tartışmalar sürmekte. Bunu normal görmek gerekir. Çünkü 22 yıllık ve manevi üstünlüğünü yitirmiş olduğu söylenen AKP’nin ve Erdoğan’ın yine işbaşına gelmesi çok şaşırtıcıydı. Ve tabii ki bu durum toplumun belirli bir kesiminde neredeyse yıkıcı bir etki üretti. Henüz ne oldu, nasıl oldu ve neden oldu tartışmalarına bir netlik gelmedi. Bunun üzerine voleybol kadın milli takımımızın şampiyon olması üzerinden ve tabii asıl Ebrar Kurtoğlu’nun açıklamaları hedefe alınarak yapılan tartışmalar üzerinden Türkiye siyasi hayatının düzeyi ve içeriği bakımından yeniden değerlendirilmesi gerektiği anlaşılıyor. Biri çıkıp da “Türkiye’de bütün herkes eşittir” derse bu kişinin eşitlik yanlısı biri olduğunu düşünebilirsiniz. Ama eğer Türkiye’de şiddetli bir eşitsizlik varsa, bu kişinin bu sözünün aslında eşitsizliği alkışlayan bir söz  olduğunu görmemiz lazım. Çünkü eşitsizliğin olduğu bir toplumda herkes eşittir demek gerçeği söylemeyerek eşitsizliğin yanında durmak demektir. Nitekim Türkiye’de birçok siyasetçi “Kürt sorunu konu olduğunda, “Türkiye’de Türk, Kürt, Arap, Çerkez ya da Alevi, Sünni, her kimse bizim için aynıdır, vatandaştır” demeyi çok sever. Ama aslında bu tür cümle ayrımcılığa karşıymış gibi söylenmiş olmasına rağmen bizatihi ayrımcılığı kutsayan bir cümledir. Sık sık yazıyorum. Çağımız ulus-devletlerin içindeki kimliklerin uyanış çağı. İmparatorluklar insanlığın ulaştığı gelişme düzeyini taşıyamayınca nasıl yıkılmışlar ve yerlerine ulus devletler geçmişse, tıpkı onun gibi şimdi de ulus-devlet yapıları içindeki farklı kimliklerin, aralarında oluşan yeni ilişkileri varolan ulus-devletler içinde taşıyamamaları yeni bir dönemin oluşmasını zorlamakta. Buradan şuraya geçebiliriz. Bu gelişmeler ışığında Ernesto Laclao ve Chantal Mouffe’un yazılarından oluşmuş ve çağımızın kimlikleşmiş dünyasına uygun olduğu düşünülen Radikal Demokrasi Teorisi’nin yorumlanmasında acaba yanlış mı yapıyoruz sorusunu da sormak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle HDP’de vücut bulmaya çalışan ve ülkemizin “kutuplaşmış” dünyasında, mağdur kimliklerin yaratacağı hegemonyayla yeni bir sol, demokrat ve barış yanlısı bir siyasi arayışı yeniden düşünmemiz mi gerekir diye düşünüyorum.
Neredeyse hiçbir kimlik diğer kimliğin varoluş meşruiyetini kabul etmez bir noktaya doğru ilerliyor. Çünkü, bizim insan malzememizin siyasal tarih içinde aldığı biçim ve düzey asla bir demokratik perspektiften nasibini almış değil.
Çünkü, evet Türkiye kuruluşundan beri çok-kimlikli bir toplumsal yapıya sahip bir ülkeydi. Bu çok-kimlikli yapı bir ulus-devlet formuna girerken, yani tek bir kimlikle ifade edilebilecek bir yapıya dönüştürülürken bazı zorluklar çıktı. Bu zorlukların başında Kürt ve siyasal İslamcı kimlikler en önemlileriydi. Onlar yeni kurulan Cumhuriyetin kendilerini içermediğinden (tamamen sekülerlerin, yani laik kimliğin egemen olmasından) giderek Cumhuriyeti benimsemediler. Geldik bugüne. Yazının başında da söylediğim gibi gerek seçimler ve gerekse bu son spor olayı ülkedeki kimlik yapılarının birbirleriyle mücadelelerinde bir kırılma noktasına doğru ilerliyor gibiler. Ama bu ilerleyişin niteliği maalesef sıkıntılı gelişmelere işaret ediyor. Neredeyse hiçbir kimlik diğer kimliğin varoluş meşruiyetini kabul etmez bir noktaya doğru ilerliyor. Çünkü, bizim insan malzememizin siyasal tarih içinde aldığı biçim ve düzey asla bir demokratik perspektiften nasibini almış değil. Yani bir kimliğin diğerini- demokratik bir düşünce sisteminin parçası olan “empati yapmak” gibi bir çabayı anlamış değil. O nedenle de kimliklerin zaten oluşturduğu farklılık sınırlarına bir de diğerini özel olarak anlamama gibi bir tavır içerilmiş olması gerçekten farklı kimlikler arasında çatışma potansiyeli olan ilişkiler oluşturmuş durumda. Son olarak. İleriki yazılarımda şunu da tartışmak istiyorum. Acaba Laclauo ve Mouffe’un “radikal demokrasi teorisi”, bizde olmayan, yani tarihsel olarak farklı süreçlerin ürünü bir insanlık referansıyla mı yazıldı. Eğer böyleyse, bizim, “kimliklerin eşitliği üzerinden radikal demokrat bir hegemonya kurmak” düşüncemiz bir fantezi olabilir mi? Acaba “Herkes kendi köyüne!” mi demeli. Her kimliğin kendi içinde demokratik bir süreci sürdürmesi mi daha doğru? Mesela Kürtler kendi kimliklerinin ima ettiği yeni bir siyasete mi yönelmeli? Bu soruları haftaya tartışmaya çalışacağım.