Haluk Dursun, Yahya Kemal’in “Türk'ün gönlünde dağ varsa Balkan'dır, nehir varsa Tuna’dır,” sözüne sık sık atıfta bulunuyor ve bu uğurda Tuna boyunca yürüyüp bütün Balkanları karış karış geziyor. Belki eski gücünü ve neşesini sosyal medyaya kaptırdı ama beni çok da ilgilendirmiyor, bu konularda biraz kalın kafalı olduğum için bildiğim doğrultuda yürümeye ve gezi yazıları yazmaya devam edeceğim. İngiltere’den Arnavutluk’a gezdiğim yerlere dair gözlemlerimi bu köşede de yazdım -yazmaya da devam edeceğim. Bir seyahatname yazmaya başladığımda fark ettim ki bizim ülkede seyahatname kültürü neredeyse yok. Yayımlanmış seyahatnamelerin pek çoğunu okudum, fırsat buldukça okumaya da devam ediyorum. Bana göre seyahatnamelerin en güzeli, Murat Belge’nin Başka Kentler Başka Denizler serisidir ama güzeldi-değildi, beğendim-beğenmedim gibi kriterlere taviz vermeden hemen hepsini okuyorum. Şimdilerde Balkanlar üstüne bir seyahatname hazırlama çabasında olduğum için önceliği bu coğrafyayı anlatan kitaplara -anılar, seyahatnameler, tarihi kitapları, akademik araştırmalar, edebiyat vs- verdim. Neler yazılmış diye bakarken karşıma Haluk Dursun’un iki kitabı çıkınca çok sevindim çünkü daha önce hiç okumamış olsam da Dursun’un çok değerli bir tarihçi olduğunu biliyorum. İkisi de Kapı Yayınları’ndan çıkan Tuna Güzellemesi ile Nil’den Tuna’ya Osmanlı’yı birkaç gün içinde arka arkaya okudum ama ne yalan söyleyeyim aradığımı bulamadım, dahası, Haluk Dursun’dan beklentim büyük olduğu için de ciddi bir hayalkırıklığıyla başbaşa kaldım. Haluk Dursun, Yahya Kemal’in “Türk'ün gönlünde dağ varsa Balkan'dır, nehir varsa Tuna’dır,” sözüne sık sık atıfta bulunuyor ve bu uğurda Tuna boyunca yürüyüp bütün Balkanları karış karış geziyor. Ama ne yazık ki, iki kitapta da gittiği yerleri görmekten memnun olmadığını seziyoruz Dursun’un, adım attığı her sokakta Osmanlı’yı arıyor, bir cami, bir tekke, bir türbe, bir hamam, hiç değilse bir Türk köyü görmek amacıyla dereler tepeler aşıyor, Makedonya’nın, Kosova’nın, Arnavutluk’un ne kadar “biz” olduğunu anlatıyor, Osmanlı mirasını dilinden hiç düşürmüyor, sonra da bolca hayıflanma faslına geçiyoruz, paşaların, erenlerin, şeyhlerin kabirlerinde dualar okuyor, yer yer ağlaşarak feleğe lanet ediyoruz. Haluk Dursun, Osmanlısız geçen bu senelerde çıkan hiçbir şeyi önemsemiyor, insanların neden ayaklandığına hiç değinmiyor, gözü gayrimüslimlere ait hiçbir şeyi görmüyor, varsa yoksa Osmanlı medeniyeti, Osmanlı mirası, Osmanlı bakiyesi, Osmanlı… Osmanlı’dan kalma asırlık çınarlara sarılıyor, şeyhin biri Üsküp’te secde ettiği için alnına “Üsküp kokusu” bulaşmıştır diye öpmeye kalkıyor, Haluk Dursun da bunu gözyaşlarıyla bize anlatıyor. “Ah o topraklar, o dağlar, nehirler hep bizimdi,” hezeyanına ağdalı sözler eşlik ediyor.
Benim gezi yazısından, hatta genel olarak yaşamdan anladığımsa Haluk Dursun’un söylediğinin tam tersi, Vardar’ın bu yakası da öbür yakası da beni ilgilendiriyor, iki yakada da kendime yer buluyorum, ikisine de kendimi ait hissediyorum.
Böyle olunca da zamanın dışına düşüyor Dursun’un anlatısı, bize Osmanlıcı hezeyanlardan başka neredeyse hiçbir şey anlatmıyor. Mesela, büyükelçi demiyor, “sefir-i kebir” diyor; bunun gibi pek çok tamlamayı Osmanlıca yaparak hezeyanına uyumlu bir dil tutturduğunu düşünüyor sanırım. Sonra gençlerin Balkanlar’a ilgisizliğinden şikâyetlenmeye başlıyor, bunun nasıl olabileceğine bir türlü inanmıyor, oysa ne anlattıklarının bugünün gençlerine bir şey söylediğinin farkında ne de anlatış biçiminin. Bulgaristan bölümünde sadece Deliorman’ın Türk köylerini, Yunanistan’da, Makedonya’da Osmanlıları okuyoruz ama zinhar dönüp de Atina’ya bakmıyoruz, orada bir kültür varmış-yokmuş, Dursun’un umurunda değil. Kitabın adı Nil’den Tuna’ya Osmanlı olduğu için böyle yapmıyor Haluk Dursun, diğerlerini görmek istemediği, hatta belki yer yer nefret ettiği için kitaba Osmanlı adını vermiş. “Üsküp Muhabbeti” başlıklı yazısında “Biz, tarihçi olarak hep tarihi Üsküp’ten bahsettik,” dedikten sonra ekliyor: “Üsküp aslında, çok deprem gören bir şehir olduğu için, yeni şehir Vardar’ın öbür tarafında inşa edilmiş. Burası daha ziyade Hıristiyanların oturduğu modern görünümlü bir şehir halindedir ki, bu hâli ile bizi pek de fazla ilgilendirmiyor.” Benim gezi yazısından, hatta genel olarak yaşamdan anladığımsa Haluk Dursun’un söylediğinin tam tersi, Vardar’ın bu yakası da öbür yakası da beni ilgilendiriyor, iki yakada da kendime yer buluyorum, ikisine de kendimi ait hissediyorum. Batı kültürünü anlamadan, dahası Batı kültürünü yok sayarak, mesela Bulgaristan’a dair Deliorman’dan başka bir şey yazmayarak bence en büyük kötülüğü o çok inandığınız, değer verdiğiniz, “son medeniyet” dediğiniz Osmanlı’ya yaparsınız. Kendinizi bir kavmin değil de insanlığın bir parçası olarak gördüğünüzde Floransa da çok etkileyicidir Bosna’nın Türk köyleri de Toulouse-Lautrec de Itri de…