Aydan Gülerce Türkiye, yüzyıllık siyasi tarihinden sonra bugün ciddi bir karar ve seçim noktasına gelmiş durumda. Ancak sözünü ettiğim bu seçimin sıklıkla gündeme geldiği gibi, hangi ittifaka oy verileceği ve böylece bu önemli yol ayrımında hangi yöne sapılacağı; “ileriye” mi (laik parlamenter demokrasi) veya “geriye” mi (dinci oligarşik otokrasi) gidileceği gibi sorularla doğrudan pek bir ilgisi yok. SİYASİ SÖYLEMSEL AYRIŞMA Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş itibariyle melez. Tabii bu özellik bir modernite oluşumu olarak tüm ulus-devletler için geçerli. Yani hepsi, din ve maneviyat meselelerinin yönetimi ile devlet ve maddi yaşamsal konuların kamusal alanda yönetimi gibi iki damardan beslenirler. Kendi modernleşme serüvenleri de nitekim aynen böyle belirlenirler. Daha da açıkçası, birbirlerinden sadece laiklik ve politik ekonomik düzenlemeleri ve elbette dinlerin, kültürel dokuların ve toplumsal yapıların içeriklerine göre, farklılaşırlar. Ayrıca elbette, özerkleşme ve demokratikleşme seyirleri de, dinamik tarihsel koşullar ve birbirleriyle etkileşimlerine bağlı olarak olumsaldır. Ancak her halükarda, kolektif bilinçdışındaki ulus imgelemlerinin bu özgürleşme ve özerkleşme serüvenlerine yönlendirici katkıları yadsınamaz. Onların da içerikleri de son derece öznel ve tarihsel olarak olumsal, ancak etkileme mekanizmaları oldukça evrenseldir. Türkiye’nin demokratikleşme serüveni, burada ayrıntılarına girmeye gerek olmayan ve geçmişte başka akademik veya kamusal ortamlarda tartışmış olduğum gibi, kuruluşundaki babacıl (Batı) devlet yapısı ve anacıl (İslam) din, gelenek ve ahlakı gibi ikili kaynakla yola çıktı. İlk konuda Atatürk’ün de benimsemiş olduğu Batı bilimsel rasyonalitesinin  mantığı ile ve ikinci konuda ise duygusal ve geleneksel yöntemlerle, yani karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya ve düşmeden ilerlemeye çalıştı. Türkiye, “içerde” iki partili sisteme geçerken “dışarda” da NATO üyesi oldu. 1950’lerden itibaren, bir yandan siyaset sahnesini araçsal ve popülist demokratik taktikler kaplarken, toplumsal düzende liberal ekonomik mekanizmaları assimile etmesi de hızlandı. Zaten her zaman yapay analitik ayrımlar olarak seyretmiş “iç” ve “dış” ilişkilerin karşılıklı etkileşimleri ile 4 prototip söylem ve aşağı yukarı karşılık gelen ideolojik toplumsal pratikleri ve sosyal kesimleri ayrıştı. Bunları kolektif olumlama mekanizmalarına göre şöyle kümelemek olanaklı: (1) Kemalist (Emperyalizm karşıtı ulusalcı seküler); (2) Liberalist (Batı liberalizmi); (3) Milliyetçi (Oryantalist modern) ve (4) İslamcı (Dindar muhafazakar). Bu siyasi söylemler, muhtelif siyasi parti çatıları altında 1980’lere kadar boy gösterip birbirleriyle farklı siyasi yönlerden çekiştiler, hatta giderek de alenen çatıştılar. Nitekim askeri darbe ile “çeki düzen verilen”, zaten çok parçalı ve bocalamakta olan demokrasiye, 1982 Anayasası ile sivil siyasete “tedricen”  ve “vesayetçi” bir anlayışla dönülmeye çalışıldı. Ancak, ne popülist ve araçsal demokrasiden, ne de temsili demokrasi temsili ile demokrasiyi sandık seçimlerine indirgemekten vaz geçildi. Diğer yandan, ülkede 1980’lerle birlikte dünyadaki küresel postmodern  dönüşümlerin siyaset ve iktisat alanlarındaki tüm izdüşümleri de hızla yaşandı. AKP ile ülkenin geleneksel popülist siyaset alışkanlıklarına, muktedir bir lider yaratmak ve hem muhafazakar, hem de teknokratik yenilikçi bir “ılımlı İslam” anlatısı ekleyerek iktidara geldi. Pragmatist Cumhur İttifakı ile de 3. ve 4. temsili kümelerin sözde bir Türk-İslam sentezi ile bütünleşmeleri söz konusu oldu. Önümüzdeki seçimlere onun karşısına çıkacak olan Millet İttifakı şemsiyesi altına 1. ve 2. temsili kümeler sokulmaya çalışılarak gidiliyor. Türkiye, adeta ABD gibi aralarındaki fark az olan muhafazakar ve iki partili demokratik sisteme geri dönüyormuş gibi görünüyor. KOLEKTİF BİLİNÇ-ÖNCESİNDEN BİLİNÇLİ KOLEKTİFE DOĞRU Fakat, bu bölünmeye, son dönemlerdeki ötekileştirme siyasetlerinin kutuplaştırması ve mevcut otokratikleşmiş tek adam iktidarından kurtulmak gibi bir ortak amaç ile varıldı. Yani, ortak paydayı somut projeler ve programlar ile genişleterek değil, ortak düşmana karşı duygusal ve tepkisel birleşerek. (1)  Başka bir deyişle, ne eski parçalı siyasi söylem ve toplulukların katıldığı, ne de diyalektik veya başka türlü müzakereler söz konusu oldu. Kaldı ki, siyasi partiler gerek toplumun kolektif bilinçöncesine, gerekse kamusal alanda çeşitli vesilelerle dillendirilen taleplerine de bire bir tekabül etmiyorlar artık. Dolayısıyla, bugün Türkiye’yi içinde bulunduğu çok boyutlu ciddi buhrandan çıkarıp çok sesli demokratikleşme sürecinde ileriye, iyiye ve gerçek adil hukuk devletine ve ulusun birlikte huzurlu yaşayabileceği bir toplumsal düzene taşıyacak olan, böyle bir bölünme değil. Zira bu durum, öncelikli olarak, mevcut partiler içi, partiler arası ve kuşaklar arası taşınmış çatışmalar ile, en başından beri cumhuriyet ve demokrasi programlarının bir türlü uzlaşamaması olarak okunmalı. Bunun yanı sıra ve bugünü anlamamız için kilit önemi, zira demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olan ortak husus da şu kanımca: Cumhuriyet iradesinin devlete itaat eden vatanperver yurttaş tipi ile kutsala biat eden bireyin ayrışmasına izin vermeyen boğucu cemaat kültürlerinin, farklı sebeplerle de olsa benzeşen; eril egemen zihniyetleri, baskıcı yönetimleri ve özneleşmeye ket vuran özellikleri. Özellikle de sıklıkla gönderme yapılan AKP döneminde doğup büyümüş ve seçmen niteliğini kazanmış ve 40 yaş altı küresel etkileşimlere açık kuşaklar için, özgür öznenin ve bireyleşmenin anlamı büyük. Zaten, pragmatik siyasi açıdan bakılacak olursa hatta, bu yaş grubunun seçim sonuçlarını belirlemekteki payları da çok büyük. Oysa, Türkiye bu yol ayrımında  “anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” veya “boşanırsak hangimizi seçeceksin?” gibi son derece cahilce, hatta aptalca, ama toplumda çok sık karşılaşılan sorulara çok benzer bir “demokratik seçim” ile karşı karşıya bırakılıyor. İttifaklar, hatta bireysel olarak parti liderleri, kendilerini daha çok “kabul görmek için” toplumun onayını alma yarışındalar. Sadece ve hala, ikicil düşünen eril egemen zihniyetli geleneksel bir siyasi tercih için bir kez daha seçim sandığına gidilmesinden söz ediliyor. Fakat, Türkiye, bu büyük buhranına, modern seküler ve liberal bireyi boğan cemaat kültürünün ürettiği, yapay bir Türk-İslam sentezi olarak Müslüman milliyetçiliği modeli ile yavaş yavaş girdi zaten: Babacıl devleti istismar eden iktidar tarafından adamakıllı hüsrana uğramış olarak, sadece daha fazla kilitlendi. O bakımdan da işte, “velayet süresi” uzatılmak istenen Cumhur İttifakı’nın karşısına, bundan çok daha farklı ve iktidarı seçimle değiştirmek üzere oluşturulmuş olan Millet İttifakı’nın mevcut görüntüsünden çok daha güçlü bir liberal demokrasi seçeneğinin oluşturulması gerekecek. Kısacası Türkiye, mevcut “kolektif bilinç öncesi” bunalımından, ancak bu şekilde ve gerçek anlamda bilinçlenme ve demokratikleşme çabaları ile kurtulacak. Böylece de nihayet yüz yılın sonunda, kendi demokrasisini ve cumhuriyetini, bazı siyasi kesimleri dışlayan popülist ve ötekileştirici söylemler ve yapay sentezlerle değil, onları gerçek anlamda ve bir üst-ortak kemikleşmiş söylemde değil, özgürleştirici bir anlatıda oydaştırarak. Özetle, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasisinin inşası ve onun sürdürülebilmesi için de zorunlu olan “bilinçli bir kolektif” olarak özerkleşmesi de ancak böyle gerçekleşecek. KARTLARIN YENİDEN KARILMASI VE KİLİT MÜDAHALE ALANLARI Bu dönemde kolektif bilincinin kıyısına gelmiş ve bugüne kadar öznel tarihinin dışında tuttukları ile de kendi gelişmesi için yüzleşecek. Dışardan veya içerden dayatılan baskı veya telkinler yüzünden değil, kendi istenciyle ve artık hazır olduğu için, öğrenerek bilinçlenecek ve güçlenecek. Böylece, dışardan veya içerden gelen çoğul seslere de reaktif ve refleks tepkileri vermeyi bırakacak. Böyle bir güçlü devlet çoğulcu demokratik toplum tablosu, şu aşamada yukarıda sözünü ettiğim şans kartlarının da yeniden karılmasını gerektiriyor. Her şeyden önce, gerek dünya ile ilişkilerde, gerekse iç işlerinde, Türkiye’nin gerçek yarılmasının, tüm partileri ve siyasi söylemleri yatay olarak kesen “muhafazakarlar”  ve “özgürlükçüler” arasında olduğunun iyi kavranmasını da zorunlu kılıyor. Dolayısıyla da hangi İttifakın hangi kamu oyu yoklamasında puanı kaç çıkarsa çıksın, hangi partilerden hangilerine geçişler olursa olsun, Türkiye’nin gelişimi tabanda böyle bir bölünme noktasında. Cumhur İttifakı’nın kemikleşmiş olarak muhafazakar dilime hitap ettiği kuşkusuz. Özgürlükçülerin önemli bir kısmı şimdilik sahipsiz veya kararsız. AKP, iktidara 3-Y (Yolsuzluk, Yoksulluk, Yasaklar) ile mücadele vaatleriyle gelip, bunun tam tersi icraatları ile ülkeye yepyeni bir  3-Y (Yağmacılık, Yıkıcılık, Yobazlık) tablosu hediye etmiş olarak dönemini kapatıyor. Öyle ise, Türkiye’nin yüzüncü yıl seçiminde, kendilerinin ve ülkenin gerçekten kazanmasını isteyen bütün paydaşlar, tüm güçlerini ve kozlarını çağdaş demokrasinin gelişmesi için 3-D üzerine oynamalılar. Nitekim, hızlıca işaret edeceğim bu kilit toplumsal müdahale alanlarının da bağnaz muhafazakarların hep karşısında durup, hatta giderek düşmanlıklarını arttırdıkları alanlar olması tesadüf değil: (1) Doğa: Türkiye, bugün müsilajlı denizlerinden çoraklaştırılmış topraklarına, kirletişmiş havasından katledilen endemik canlı türlerine kadar, varoluşuna en ciddi tehditleri oluşturan ekosistemik sorunlara, dünyanın en acil gündemini kaplayan iklim krizi ve biyolojik çeşitlilik gibi önemli sorunlara ilgisiz kalamaz. Paris Antlaşması ve Kanal İstanbul davranışları muhafazakarların seçimi. Gezi ile yeşili, doğa ve farklı birbirleri ile dostluğu ne kadar önemsediklerini göstermiş olan özgürlükçüler, bu alanda ve bizzat katılabilecekleri ciddi çalışmalar bekliyorlar. (2) Dişi: Keza, kadının kamusal alandan özel alana, baş örtüsünden kahkahasına kadar nasıl baskılar altında tutulduğunu; çağdaş yurttaşlık ve yaşam haklarının her  ne şekilde gasp edildiğini; ve İstanbul Sözleşmesi meselesi ile namusçu ahlaksızlık yapan muhafazakarların nerede durduklarını sanırım hatırlatmaya gerek yok. Ancak, Türkiye’de gerçek muhalefetin ve toplumsal dönüştürücü gücün, hiç bir etnik veya başka kimlik gruplarından değil, 21. yy da bile cinsiyet devrimini hala yapamamış (2) şu toplumda, gerçek anlamda demokratik dünyadan asırlardır dışlanmış, ezilmiş, ötekileştirilmiş kadından ve gürül gürül geleceğini vurgulamakta yarar olabilir. (3) Dijitalizasyon: Postmodern iletişim ve üretim teknolojileri, tüm dünyanın hızla dijitalleşmesine yol açtı. Bu konu, önümüzdeki yıllarda daha da sarpa saracak ve olumlu olumsuz etkileri, Türkiye’yi toplumsal (yapay) zekasından, güvenlikçi bekasına kadar her alanda zorlayacak. Son derece sığ ve edilgen okumalar ile muhafazakarların COVID ile birlikte çevrim içi eğitimden sağlık yönetimine kadar, neyi ne kadar becerebildikleri ortada. Fakat, dijital bağımlılığın kolektif bilişsel ve duygusal erimelere ve sosyal yeti yitimlerine yol açtığı da ortada. Özgürlük ve demokrasi, kesinlikle disiplinsizlik ve sınırsızlık demek olmadığından, hatta tam tersi durumlarda da gelişemediği için; özgürlükçülerin küresel dönüşümlerin dışında ancak korunmasız kalmamaları amacı ile, başta sosyal medya, finans ve e-ticaret alanlarında olmak üzere, önemli demokratik düzenlemeler için derhal girişimlerde bulunulması elzem. Sonuç olarak, eski popülist siyasi alışkanlıklar ile ve anti-demokratik ve hukuk devlet düzeninin dışına kaymış bir Türkiye’de, ilk etapta yeniden Anayasa tartışmaları başlatmak fikrinin çekiciliğine kapılmak kolay anlaşılabilir. Ancak bu da, niyet ve nihai hedef her ne olursa olsun, şu an tekrarlanarak yapılabilecek en büyük hata olur. Zira, mevcut tabloda ve bu karşılıklı güvensiz zeminde, değil ortak toplumsal vizyonda, rejimde ve yaşam biçiminde uzlaşma; aşırı kirlenmiş sözcük ve içi dolmuş veya boşalmış kavramlarla asla düzgün iletişim bile sağlanamaz. Türkiye, hamaset veya konuşarak değil, demokrasiyi gündelik yaşam pratikleri içinde ve yaparak öğrenmek durumunda, hatta zorunda. Yukarıdaki alanlarda, parti ve yaş grubu ayırt etmeksizin yerel yönetimlerin örgütleyeceği çalışmalar, zaten demokratik hukuk ilkelerini toplumsal pratiklerde yaşama geçirecek ve daha sonraki tartışmalarda ve olası referandum için gerekli olacak güçlü oydaşmayı tabandan sağlayacaktır. Elbette, dönüştürücü pratikler bu üç ve geniş kapsamlı, çok boyutlu alanla da sınırlı değil. Ancak bunlar başka ikincil dalgaları da arkasından getirecek ve demokratikleşmeye en kestirmeden götürecek olan tetikleyici kilit hedefler. Nitekim biz de bu heyecan verici ve umut dolu sürecin başka yanları üzerinde birlikte düşünmeyi sürdüreceğiz. (1) https://www.politikyol.com/ortak-dusman/ (2) 
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.