Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (VI)
Aydan Gülerce
Bugün toplum, “Bay Kemal”e veya Türkiye’nin “üçüncü Kemal”ine değil; kendisinin kişisel veya yurttaşlık benliğine, “Atatürk’ün bizi”ne ve ülkenin parlak geleceğine güven duymayı ve şans vermeyi mutlaka denemeli.
Türkiye, Mustafa Kemal’in naçiz bedenini toprağa teslim edişinin 83. yıl dönümünde, onu bir kez daha sevgi ve saygıyla andı. Çok mutsuz ama umutlu!
Atatürk de zaten aynen şöyle demişti: “Benim naçiz vücudum, elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır!”
Peki bu nasıl olacaktır?
ATATÜRK’Ü ANMAK VE ANLAMAK
Bu sorunlu sorunun yanıtını - aynı zamanda da bizim açık uçlu anlatımızın sonunu- şimdiden duymak isterseniz eğer, Atatürk’ü her sene giderek yoğunlaşmış duygularla romantize ve idealize ederek çok daha sık anmakla veya onu putlaştırmakla ve tabulaştırmakla olmayacaktır.
Onun adını anmayarak; fotoğraflarını, heykellerini veya diğer somut göstergeleri yok ederek; onların yerine ve tüm gelişmemişliği ile zihinsel zavallılıktan ve kin, öç duygularının çaresizliğinden başka hiç bir şeyin göstergesi olamayacak olan abuk sabuk şeyler koyarak, aklınca tarihe yeni notlar düşerek de olmayacaktır.
Elbette öncelikle Türkiye yurttaşı olarak memlekette veya dünyanın dört bir köşesinde yaşamayı seçmiş özgürlükçü yurtsever insanların, kendilerinin “bağımlılık ve özerklik” arasındaki iç çatışmalarını çözmüş olarak; yani kendi özgürleşme arzuları ve özgür iradeleri ile, Atatürk’ü içselleştirmeleri ile olacaktır!
Bu da, Atatürk’ün modern Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletine yön vermiş değerlerini, dinamik tarihsel koşullara göre sürekli olarak güncelleyerek; yani çağdaş akılla uyumlu dinamik kavramsal perspektiflerden bugün yeniden okuyarak ve dönüştürerek olanaklıdır ancak.
Bu bağlamda, çeşitli dönemlerde daraltılmış ve kapatılmış, farklı siyasi söylemlerce araçsallaştırılmış ve hala da farklı çıkar sebepleriyle istismara hassas olduğu aşikar olan, “Atatürkçülük” terimini özellikle kullanmadım.
Atatürk, Atatürkçü değildi. Nitekim, Atatürk (ve yine en güzel kendi ifadesi ile!) “et ve kemik, geçici” olmayan, “İkinci Mustafa Kemal”di.
“..onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
Atatürk’ün çok yönlü ve kısa-orta-uzun menzilli vizyonlu, cesur ve kökten yenilikçi ve de daima özerklik tutkusu ile özgürlüğe susamış değerlerini, daha önce de yazmış olduğum gibi, “Atatürkçülük” ilkelerini “6 ok”a indirgemekten ve onları dondurmaktan kaçınmak gerek.
Burada da yine öncelikli olarak en büyük görev, yani Atatürk’ü anlamış olarak kendi gibi olmayanları bağışlayıcı ve anlayışlı olmak, 6 ok simgeli CHP’ye ve tabanına düşüyor:
Atatürk’ün partisi olduğunu sık ve nostaljik hatırlatmalar ile; hem şöyle veya böyle “hak etmeden nemalanmaya”, hem de haset “öz veya üvey ve meşru veya gayri-meşru kardeş kıskançlığına yol açamamak adına elbette.
Zira bugün, Cumhuriyet’in 100. yılına dayadığı merdiveninde iki basmak kalmış Türkiye’de bazıları Atatürk’e hasret duyarken, bazıları da hasetten kavruluyor.
Oysa her iki duygu da, yani “hasret” de, haset” de, bugünkü Türkiye açısından son derece sağlıksız. Her ikisi de Atatürk’ün vasiyetinde yok.
CHP VE KILIÇDAROĞLU
CHP, modern Türkiye’nin tarihine kurucu katılımcı tanıklık etmiş, yani en eski ve köklü partisi. Böylece olunca da hızlı değişimler yaşamış bu toplumda, farklı siyasi görüşlerdeki kesimlerin ve kuşakların belleklerinde farklı yer etmiş çeşitli olaylar ile ilgili olarak geçmiş sicili ve şimdiki medyatik algı dosyası oldukça kabarık.
Dolayısıyla, yani “parti dışında” toplumsal devamlılığa ve ülkedeki siyasi kültüre hizmet etti. Diğer yandan da, yani “parti içinde” kendi kurumsal sürdürülebilirliği adına, bazı yapısal kireçlenme ve kemikleşmelerden kendini kurtaramadı.
Böylece, hem siyaseten de eskimekten ve statükoculuk anlamında muhafazakarlaşmaktan kaçınamadı. Atatürk’ün partisi, geçtiğimiz yarım asırlık çok partili sistem döneminde kendinden (yüksek) beklentileri yeterince karşılayamadı.
Fakat şimdi bizim için daha da ilginç ve önemli olarak, çünkü aynı zamanda da yine bir kolektif demokratik gelişmişlik göstergesi olan, iki ilintili husus var:
(1) Birincisi, Türkiye’de küçük diyebileceğimiz aileden, çok daha büyük çaplı siyasi partilere kadar, toplumun hemen tüm kurumlarının, kendi içinde “birey”i baskılaması veya yutması.
Tabii dışardan algısında da, grup-içi çeşitlilik veya benzeşiklik, çatışmalar veya uzlaşmalar hiç fark etmeksizin, üyelerinin onun birer uzantısı olarak algılanarak, kişi(lik)lerin grup kimlik ve imajından ayrışmasına izin verilmemesi.
Özetle, üyelerinin ne içerden özneleşmesine ve özgürleşmesine olanak sağlanması, ne de dışarda bireysel öznelliklerinin ayırdına varılması.
(2) İkincisi ise, hem basmakalıp, hem de demode “karizmatik lider” anlayış ve arayışının sürekli canlı tutuluyor olması. Oysa bu lider tanımı, anti-katılımcı ve kapsayıcı demokratik; yani statükocudur. Halkı da edilgen ve siyasi kararların dışında tutmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Dolayısıyla da “halkı, halka rağmen” yönetecek (ve sözde yakınılan!) popülist ve otoriter liderlere kolaylıkla yol açar. Yönetsel gücü, kendi özne(l)liğini sıfırlayarak, “bireyliğini sandıktan sandığa bir reye indirgeyerek” kendisi teslim eder. Sonrasında da, ve şimdi de olduğu gibi, “temsili demokrasi temsili” sistemde, canı yansa da, karnı aç kalsa da, ağzı açık baka kalır; o gücü kolay kolay da geri alamaz.
Salt bu iki husus bile, yani medyanın araya girip halk ile doğrudan etkileşimleri kısıtlaması veya yandaşların “algı operasyonları” gibi başka faktörlere filan bile gerek bırakmaksızın ve başta CHP’nin Kemalist seçmenleri olmak üzere, bu toplum Kılıçdaroğlu’na rutin oyunu verse de gerçek anlamda ve hakça fırsat vermedi.
Kendisi ise yakın veya uzak çevresindeki ve geniş toplumdaki neredeyse her ses kulak verdi. Farklı kaygılar, duyarlıklar veya siyasi hesaplarla, gerekli gereksiz, veya geçerli geçersiz öneri diye yeterince ayıklayıcı olmaksızın tipik popülist siyasi hatalar da yaptı.
Oysa bugün (yani kendi siyasi “ustalık” döneminde!) “ağzıyla kuş tutmasına” bile gerek kalmamalıydı. Zira, bütünsel bakıldığında; parti-içinde, fosilleşmeleri eritip yeni veya genç isimlere yer vermek ve parti-dışında üniversiteleri başörtülülere açmak gibi, toplumun demokratikleşmesi sürecinde son derece önemli ve kilit “altyapısal” dönüştürücü işlevselliği oldu.
Yine de geniş toplum, artık sabit fikir haline gelmiş ve kemikleşmiş CHP algısından ve takıntısından, Kılıçdaroğlu’nu ayrıştıramadı. Ortanın sağına çoktan kaymışken başına geçtiği CHP de, kendi parti içi takıntılarından, geleneklerinden ve bazı ketleyici alışkanlıklarından kurtulup, liderini özgürleşetiremedi. Kadınlar, gençler, Kürtler ve diğer azınlıklar, işçiler, memurlar, emekliler, çiftçiler ve diğer ezilen veya dışlanan gruplarla yakınlaşmasına, “merkezden sola kaç” kuvvetiyle partinin de yeniden canlanmasına ve güçlenmesine olanak vermedi.
Başka bir deyişle, CHP, Kılıçdaroğlu’nun sahici ve öznel, yani kendi kişiliğine özgül demokratik özelliklerini, böylece de “fark yaratacak farklılıklarını” görmek istemedi.
Oysa, Kılıçdaroğlu, geçen gün, yani bu her zamankinden çok daha yüksek gerilimli, çekişmeli ve beklentili siyasi ortamda, içeriğini son derece önemli bulduğum bir video daha yayımladı. Bununla, kaç zamandır da zaten yazmakta olduğum gibi, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” için sırada ve elzem tek çözüm olan “yeniden-yakınlaşma” (rapprochement) sürecinin ilk adımını atmayı başardı.
KENDİ VE ÖTEKİLER İLE YÜZLEŞMEK
Kemal Kılıçdaroğlu, “helalleşeceğiz” dedi. Fakat ne yazık ki, artık çoğunluğu, (art) niyet okumaktan veya kendi zihnindekileri karşısındakine yansıtmaktan, önündeki düz metinleri bile okumaktan acizleşmiş insanların kafasını iyice karıştırdı.
Twitter’da da hemen yazmıştım nitekim: Ülkede akademisyenler ve entelektüeller de dahil olmak üzere, kavramlarla düşünen ve hele kavram-terim ilişkisinde titizliği önemseyen pek kalmamış iken, insanların çoğu mevzunun özünü “karşılıklı bağışlama ve barış” şeklinde kavramak ve bir kez de “güvenmeyi seçmek” yerine, bu sözcüğe takılmak son derece abes.
Ayrıca, yargı önünde hesaplaşmak başka şey, kendi iç ve dürüst muhasebesi ile uğraşmak dururken, “yaralı” başkalarını vicdanen yargılamaktan vazgeçip bağışlamak başka şey!
Demokrasi, önce kendisiyle yüzleşmek, insanı tanımak, anlamak, sevmek ve ahlaki olgunluk ister. Hele “kutuplaşma” yorgunu, politik ve psişik ekonomisi çökmüş, talana ve yalana doymuş ülkenin şu kritik döneminde, kin ve nefret ateşi ivedilikle söndürülmeli. Kılıçdaroğlu’nun çağrısını böyle dinlenmeli!
Kılıçdaroğlu, bugünkü parti toplantısında da kimlerle helalleşileceğinin, yani eski ve yakın geçmişten tüm malum yaralı kesim ve kişilerin listesini verdi. Zaten upuzun olan bu liste, ilk etapta akla, hayale gelmemişlerin eklenmesi ile ve “ben de” (#me too) gibi kişisel psikolojik ve kitlesel bulaşıcılık etkisiyle daha da artacaktır. İçerden olduğu kadar dışardan gelen talepler de çoğalacaktır.
Elbette, kendiyle ve ötekilerle muhasebe, yüzleşmek ve barışmak kolay süreçler değiller. Zaten ne gelişmiş veya “ileri demokratik” toplumların dayatmaları ile, ne de ithal kültürel değer ve yöntemler ile olabilir. Ne siyasi rant için araçsallaştırmalara hizmet ederler, ne de “kapı kapı dolaşıp, el sıkışmalara” kolay yanıt verirler.
Zira, Türklerin “yerli ve milli” içkileri her ne ise, şişede durduğu gibi bile durabilir, fakat “yüzleşme” ve karşılıklı “hesaplaşma” süreci sözde ve söylemde asla kalmaz; mutlaka eyleme dönüşür. CHP’nin okları yayından çıktı artık. Türkiye’yi yeni ve hayra alamet sarsıntılar bekliyor!
Bu sesler kakofoniye değil; polifoniye, yani çok sesliliğe yol açmalı. Katılımcı, kapsayıcı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasine zemin hazırlamalı.
Bu bakımdan, Türkiye’nin cumhuru da ister iktidardaki Cumhur İttifakı’ndaki, ister muhalefetteki Millet İttifakı’ndaki, isterse muhalefete muhalefetteki ittifaklar dışı partilere yakınlık duysun ve isterse partiler ötesi kararsız veya “anti-siyaset” olsun, bu uzatılan eli bir demokratik yurttaşlık bilinci ve sorumluluğu ile tutmalı.
Böylece de, Kılıçdaroğlu’nun kişisel/kurumsal benliğine, “Bay Kemal”e veya Türkiye’nin “üçüncü Kemali”ne değil; kendisinin kişisel/yurttaşlık benliğine,“Atatürk’ün bizi”ne ve Türkiye toplumunun parlak geleceğine güven duymayı ve şans vermeyi mutlaka denemeli.
Bugünkü küyerel konjonktürde başka türlüsünü, yani verilen her türlü kuşkucu, sinik ve tereddütlü tüm tepkileri, gerçekten de demokratikleşmeye karşı dirençten başka türlü okumak olanaksız.
Başka bir deyişle, “bağımsızlık, özgürlük, yenilik ve bilinmeyen kaygısı”ndan ötürü, ne kadar “kötü” diye şikayet ediyor olsa bile, aşina olduğuna sımsıkı sarılmayı seçmek demek.
Yani, sorununa bağlanmak, (“kötü”) alışkanlığını bırakamamak ve tanıdığı bildiği mevcut durumunu, “şifa” bulmaya yeğlemek demek. Böylece de yukarıda sözünü ettiğim “bağımlılık ve özerklik çatışmasını” çözemeden kalmak demek.
İşte bu da zaten, modern Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve ulusunun, demokratik özneleşme yolundaki gelişiminin yüz yılda büründüğü, “sınırda” ve iki arada bir derede, “arafta” kolektif siyasi karakterinin en tipik özelliklerinden biridir. Toplumun “gelişimsel duraklama” (developmental arrest) halini uzatması demek.
Dolayısıyla, eğer Türkiye kendini gelişmiş bir ülke olarak görmek arzusunda ise, yerinden kıpırdaması gerekecek.
Emekleme (practicing) döneminden çıkabilmesi için elzem bir önkoşul olarak, başta kendini seküler, dindar ve erdemli sayanlar olmak üzere, tüm toplumun, Kılıçdaroğlu ile birlikte sağlam adımlarla kendi geleceğine yürümesi gerekecek. Kalkarken onun uzattığı eli tutması da yetmeyecek; kendi elini de kendi başkalarına uzatması ve gelişmesini birlikte sürdürmesi gerekecek.
Sonuç olarak, tüm toplumun bu toplumsal barış çağrısına geniş destek vererek, kendi geleceğine doğru fazla yalpalamadan gidebilmesi gerek.
Zaten, Atatürk’ü içselleştirmek demek; onun ilke ve ideallerini, tüm ideolojik söylemlerin olabildiğince ötesinde kendisi yorumlamış ve yine kendisinin hem özel, hem kamusal ve hem bireysel, hem de kolektif yaşamında, onlarla demokratik biçimde özdeşleşmiş olarak “biz” olmak demek.
Başka bir deyişle de, “yeterince iyi bir iç tutunum” ile, örneğin, gönüllü yurtseverlik gibi bir ortak yaşam sevgisi, saygısı ve bilinci ile, asla dayatmacı, kapatıcı, benzeşik ve boğucu olmayan bir “biz” duygusuyla, haddini bilerek yaşamak demek.
Peki, Atatürk’ün “temsil ettiğini varsaydığı ve gerçekleştirmeye çalıştığı rüya”, modern toplumsal tahayyülü bugüne nasıl evrildi? Bugünkü Türkiye’nin geçmiş, şimdiki ve gelecek imgelemleri neler? Türkiye bunları hangi söylem ve eylemlerle buluşturacak? Kendisiyle nasıl yüzleşilecek ve barışılacak? Bu sorulara da izleyen yazılarda bakalım.
Yorumlar
Popüler Haberler
Yasadışı bahis operasyonu: Serdar Ortaç ve Mehmet Ali Erbil'e tutuklama talebi
Mahkeme tespit etti: Boğaziçi Üniversitesi, mülakatta usulsüzlük yapmış!
MSB kaynakları, Bosna'da görev yapan Türk askerinin pedofili suçunu doğruladı
Adaylık kulisi: 'İktidarı en mutsuz edecek' İmamoğlu-Yavaş formülü
Ahmak davası: AYM’nin İmamoğlu kararı 9 ay sonra Resmi Gazete'de
Otopsi raporu ortaya çıktı: Rojin'in ölüm nedeni belli oldu