Türkiye toplumu önce kolektif dönüşüm öznesini oluşturmak üzere demokratik yollardan bir araya gelmeli. Taleplerini kamusal alanda dile getirerek uygar biçimde etkileşmeli. Her ulus-devletin toplumlaşması bir “ayrışma-bütüncülleşme” sürecidir. Bu gelişimsel sürecin ilkeleri ve mekanizmaları evrenseldir. Fakat her toplum kendi kültürel-geneolojik kapasitesi, coğrafi-maddi koşulları, tarihsel-arkeolojik mirası ve küresel-yerel takvimi ile bunların içini kendisi doldurmak ve yönetmek durumunda. Cumhuriyet toplumunun demokratikleşme serüveni “emekleme” döneminde takılı kaldı. Elbette nüfusundan ekonomisine kadar, hormonlu, plansız, dengesiz ve eşit paylaşımsız büyümüş olması “demokratik gelişme” demek değil; obezite! Türkiye’nin iktisadi ve toplumsal kalkınma tarihçesi her ne olursa olsun, günümüzdeki tablosu bu. Güçlü demokratik yapılar, kendi kumaşına uygun, zamana dayanıklı ve yenilenebilir kurumlar kuramadı.  Çünkü bunların içini dolduracak birey yurttaşlarını çok yönden ihmal etti ve yeterli  besleyemedi. Nitekim o bakımdan da son dönemlerindeki bireysel-kolektif bilincin dışındaki, içindeki ve ötesindeki politikalarla, hızla bozuldu ve çürüdü. Türkiye bugün artık derin bir çöküntünün içinde. Hatta kolektif bir konfüzyonun ve patalojinin eşiğinde. Toplumda şiddetin dili küfür ve el işaretlerinden satırla kafa kesmeye ve intihara hızla dönüştü. Koca toplum şimdi aç, işsiz, güvencesiz, güvensiz, geleceksiz ve umutsuz. Son derece öfkeli, fakat o ölçüde de donuk, tutuk ve karışık. Toplum en başta siyasi liderler ve her ölçekteki kurumların yöneticilerine kadar, öncelikle bu durumun vahametini kavramalı. “Helalleşme” meselesinin ilk adımı olarak öncelikle bunu anlamalı. İçeride veya dışarıda, onu bunu suçlamayı bırakmalı. Kendisi ile dürüst ve gerçekçi terimlerle yüz yüze gelmeli ve önüne bakmalı. Bu “geçiş sürecinde” kolektif demokratikleşmesini kendisi yeniden-tanımlamalı. Bu olmadan, hiç bir siyasi veya başka söylem altında kümelenmiş kesim, ülkenin bu hantal gövdesi ile yeniden dirilip ayağa kalkacağı konusunda boş hayallere kapılmamalı. Oysa “helalleşme” söyleminden sonra bile hala gördüğümüz, karşılıklı suçlamalar ve provokatif sataşmalarla hamaset. Yani, göz göre daha fazla vakit ve değer kaybı demek olan bir eril ve “güç” yarıştırmacı zihniyetin zavallılık tablosundan başka bir şey değil: Kimin potansiyel oyları, mitingine katılanlar daha çok veya kiminki daha büyük! BU VATAN KİMİN? Orhan Şaik Gökyay’ın bu başlıklı kahramanlık destansı şiirini, bir 23 Nisan töreninde ben de okumuştum. Doppler tipi bir ayaklı mikrofon boyuma göre zar zor ayarlanırken gülüşmüş kalabalık bir kitlenin önünde. Bağıra bağıra, sesim ve dizlerim titreye titreye: Bu vatan toprağın kara bağrında, Sıradağlar gibi duranlarındır. Bir tarih boyunca onun uğrunda, Kendini tarihe verenlerindir. Bilmem, Reşid Galip’in “öğrenci andının” uzun tartışmalar sonrası artık okunmadığı günümüzün “yerli ve milli” müfredatlı okullarında, Türkçü-Turancı diye bilinen Gökyay’ın bu şiiri hala ezberletiliyor mu! Zaten değil TBMM’nin açılışından beri geçmiş bir asırda, o günden bu yana bile çok sular, seller aktı bu topraklardan: Vatan, millet, vatanperverlik, yurtseverlik, milliyetçilik ve laiklik gibi kavramlar yeni anlamlar kazandı, kaybetti veya çeşitlendi. Yani bu terimler sadece günümüz popülist siyasetçileri tarafından ve bol bol araçsallaştırılmıyor. Toplumbilimcilerin, aydınların veya medyada izlediğimiz kanaat önderlerinin ağzında da ilk kez bu dönemde ve sakız gibi çiğnenmiyor. Her devirde, aynı iletişim bağlamlarında bile, farklı kavramsal veya duygusal anlamlar yüklemlenerek kullanıldı. Evet, Türkiye topraklarını emperyalist dış güçlerin işgalinden kurtarmak ve egemenlik savaşı için çok kan döküldü. Cumhuriyet’i “toplum mühendisliği” ile inşa etmek ve ayakta tutabilmek için ne mücadeleler verildi. Ne analar ve evlatları, anavatanın “kara bağrına sıradağlar gibi” gömüldü. Fakat, bu ülke uğrunda “kendini tarihe verenler” sadece savaş şehitleri olmadı elbette. Nice düşünce, ideoloji, bilim, eğitim, kültür, sanat, edebiyat, zanaat, ticaret, adalet veya siyaset insanları da geçti bu ülke tarihinden. Kimler yok sayıldı, sürüldü, susturuldu ve yok edildi. Hala da kimler sistemin dışına itiliyor veya bezdiriliyor. Önce onlara bakmalı. Bu katliamların ve temelindeki kolektif psişik kaygıların sebeplerini, bunların yönetim süreç ve sonuçlarını anlamaya çalışmalı. Bu bir kolektif özneleşme süreci. Türkiye toplumu bugüne gökten zembille, birden ve sebepsiz gelmedi. Geçmiş zaman boyunca değişen tarihsel, sosyokültürel ve siyasi psikolojik koşullarla birlikte sürekli olarak biçimlenerek ve “geliyorum” diye diye geldi. Her ulus-devlet toplumu gibi, Türkiye de modernleştikçe siyaseten ayrıştı, hatta parçalandı. Hala da siyasi söylemler, bir yandan ideolojik fraksiyonlara veya yeni partilere bölünmeyi sürdürüyor. Bir yandan da ve ironik olarak, “seçim ittifakları” yapmaya çalışıyor. Seçim kazanmaya endeksli ve “başa geçince yaparım, yaparız” zihniyetli “toplumsal dönüşüm” bilinçli olarak istenen yönde olmaz. Toplumun kolektif bilinçdışı imgelem ve arzularının yönlendirdiği yönde ve hızda olur. Onlara da “algı yönetimini” ele geçirerek, iletişim veya siyaset danışmanlarının verdiği stratejik taktiklerle, rakibe “psikolojik üstünlük” sağlayarak filan ulaşılamaz. Kaç darbe, kaç seçim, kaç miting, kaç gövde gösterisi, kaç polemik, kaç bütçe görüşmesi, kaç Meclis kavgası gördü bu millet? Vatanı da kutsal, anası da bu toplumun. Peki ata yadigarı vatan topraklarını, ülkenin anasını, evlatlarının emeğini ve geleceğini kimler ve neden satıyor? Türkiye’nin tapusunu kimler ellerinde tuttuklarını sanıyor? Kimler ve ne için ele geçirmek istiyor? Türkiye kimlerin? “MADE IN TÜRKİYE” DEMOKRASİ PAKETİ Cumhuriyet toplumu, daha doğuştan melez bir oluşum.  Bu toplum zaten baştan yanlış ve zıt ikicillikler olarak kurgulanmış ve kök salmış olan; dini, kültürel, maddi, tarihsel ve siyasi söylemlerin ve imgelemlerin arasında sıkışmış. Her ikisiyle karşılıklı müzakereleri ile ve bir asırdır arafta. Bu güne, dış dünyadaki ve kendi içindeki salınımlarla geldi. (Bkz. 1 link: https://www.politikyol.com/alternatif-bir-turkiyenin-demokratiklesmesi-anlatisi-x/ ) Egemenliğin, istilacı askeri ve sömürgeci veya emperyalist siyasi güçlerden kazanılıp özerkleşmesi bir yana. Devlet yönetimini ele geçirmek için “iç” güçlerin egemenlik mücadelesi asla bitmedi. Sürekli iktidar kavgası, aynı askeri, savaşçı, saldırgan, ezik, eril, baskıcı ve istilacı zihniyetle hala sürmekte. Milletin emek ve zihin sömürgeciliğini sürdürecek statükonun bekası için değilse ne için? İşte TBMM’inde çekişmeli bütçe görüşmeleri veya şenlikleri yine başladı. Görüşme diye bir şey  kalmadı. Şeffaflık zaten artık hiç yok. Yine en yüksek pay Milli Savunma bütçesinin. Ülkeyi hangi gerçek veya daimi fabrikasyon iç ve dış tehlikelerden korumak için? Bu tehlikeler nasıl üretiliyor ve sürdürülüyor? TÜRKİYE GERÇEKTEN DEMOKRATİK GELİŞMEK İSTIYOR MU? KİMLER BUNU İSTİYOR? Kısacası, 21. yüzyılda Türkiye’nin daha iyisine layık olduğunu söyleyenler çok. Fakat, Türkiye’de kurumsal ve kemikleşmiş partili siyasetin mevcut halinin, şiddetli geçimsizlikten dağılmış bir aile görüntüsünden hiç farkı yok. İktidar ve muhalefet, duygusal olarak çoktan kopmuş, ayrılık arifesindeki çiftler gibi: Ortak çocukları yeter ki “kendini beğensin ve seçsin” diye, birbirleriyle tahripkar rekabet halindeler. Hem “çağdaş-mış gibi” yapıp, “uygar” davranmaya çalışıyorlar. Sanki hiç bir şey olmamış veya kendileri de inanmış ve isteklilermiş gibi, “helalleşelim” diyorlar. Hem de hala provokatif, kanırtıcı ve yara kanatıcı sataşmalardan kendilerini alıkoyamıyorlar. Öte yandan, artık kangren olmaya yüz tutmuş bu topluma, “yüzüncü doğum gününe özel hediye” olarak, geleceğin güçlü Türkiye’sini paketliyorlar. Başka bir deyişle, harıl harıl “demokrasi paketini” ambalajlama derdindeler. İster kimileri “Alaturka yarı-başkanlık”, kimleri “güçlendirilmiş parlamenter sistem” düşlensinler. Kimileri de ister Adorno’nun “negatif diyalektiğine” özensinler veya Giddens’in “3. yol”unu denemek istesinler. Neredeyse % 100’ü ithal olan malzemeyi, yüz yıldır hala eleştirel damıtıp veya stilize edip işleyemediği için, paketin içi hala “boş” elbette. Fakat etiketi hazır: “Made in Türkiye”! Kim bilir; belki bu demokrasi modeli bir marka olur ve dünyaya da ihraç bile edilir günün birinde. Peki bunu kimler yapacak? Türkiye kimlerin? Otoriter babaya “Hayır!” diyerek özgürleşememiş, onun baskıcı ve muhafazakâr zihniyetini içselleştirmiş, kendi oğlunu hapse kapatan, vuran veya vurduranların mı? Otoriter Anaya “Hayır!” diyerek özgürleşememiş, onun baskıcı ve Muhafazakâr zihniyetini içselleştirmiş, kendi kızının başını kapatan, vuran veya vurduranların mı? Sevdiği, bağlandığı ana babasına “Hayır!” diyerek özgürleşememiş, onu kutsamış, (karşıt-)bağımlı kalmış, ret, inkar veya isyan etmiş, diş bilemiş, içine kapanmış veya kapıyı çarpıp dışarıya kaçmışların mı? Yoksa biri veya diğeri ile özdeşleşmiş ve rövanşist duygularla onun düşman bildiği ötekisinin “yumuşak karnına” veya “belden aşağı” vurmayı sürdürenlerin mi? Türkiye toplumu önce bunun kararını vermeli. Kolektif dönüşüm öznesini oluşturmak üzere demokratik yollardan bir araya gelmeli ve kamusal alanda uygar biçimde etkileşmeyi öğrenmeli. İster oturduğu yerden sosyal medya başında, ister kahvede veya sokakta. Hiçbir şey toplumsal talebe rağmen sürdürülemez. Nitekim o olmadan da değiştirilemez. Zaten “psişik ekonomi” de “politik ekonomi” kurallarına göre işlemez. Bu ülke ve toplum, daha fazla tahribatı, istismarı ve soytarılığı kaldıramaz. Ayağa bu şekilde asla kalkılamaz.  Birikimleri, potansiyeli her ne olursa olsun, Türkiye böyle kendi ayakları üzerinde kolay kolay duramaz. Demokrasiye yürüyemez. Kısacası, emeklemeye ve şanlı bayrağını dalgalandırmaya belki bir yüz yıl daha devam etse de asla özerk ve özgür özneleşemez. Yani uygar, sivil ve yeterince güçlü toplumlaşamaz. Peki bu nasıl yapılabilir? Biz de yazmayı ve birlikte düşünmeyi sürdürelim o halde. Zira bu konuda; “…ne yazsam ziyade değil. Bu sevgi bir kuru ifade değil.”