Dolayısıyla, en öncelikli olarak toplumun “temel güven” duygusu, ivedilikle ve dışardan öcü ve içerden umacı masallarına, enflasyon/faiz canavarlarına gereksinim duymaksızın, tesis edilmeli. Bugün dalgalı kurlarda, ABD Doları 13,5 TL, Euro 15 TL, Sterlin 18 TL oldu. Enflasyon tavan yaptı, marketlerde gıda satışları kısıtlandı. Zaten üretim de, ticari dolaşım durdu, tedarik zincirleri koptu. İnsanlar yine aç kaldı. Boş tencerelerinin tavalarının sesleri sokaklarda duyuldu. Fakat bunların yanı sıra şu sitemli sorular da soruldu ve hala sorulmakta: Ülkede iktisadi çöküş söz konusu ve maddi sorunlara acil müdahale gerekiyorken, bu helalleşme ve hesaplaşma meselesi de nereden çıktı? Hani muhalefetin iktidarı devirecek güçlü ortak adayı nerede? Erken seçim de olsa, son anketler, Muhalefet İttifakı’nı mı, Cumhur İttifakı’nı mı önde gösteriyor? Peki ya HDP nerede? Solda dayanışma nasıl olacak? Tabii bana da: “Demokratikleşme anlatısının şimdi sırası mı?” Bence sırası. Hatta gerçek bir demokratik ittifak ve taptaze, tertemiz bir toplumsal sözleşme için elzem. Üstelik zaten demokratikleşme meselesi yıllardır ihmal edildiği ve önemsenmediği için bu noktaya geldiğimizden ötürü, zorunlu bile. Ve en az üç sebeple: 1)  Görünen ve görünmeyen: Toplum yıllardır, son aylarda da giderek yoğunlaşmış ölçüde ve sanki toplum bir lastik topmuş gibi “dibe vuralım hele, sonra yine yukarı çıkarız” diye bekledi. Bir yetkili de nitekim iflasın eşiğindeki ekonomi için ve alenen “Batak da, görek!” dedi. Bu dil; görüneni, ölçülebilir, nesnel ve somut olanı fetişleştiren; dolayısıyla da görünmeyeni, ölçülemez, öznel ve soyut olanı önemsiz, yok veya hiçe sayan; kolektif yaşama egemen eril zihniyetin en dipteki dili. Fakat, artık dibin de dibinin, beterin de beterinin olduğunun göstergeleri, değil her geçen gün, her saat aşırı çoğaldığı için, evet sırası. 2) Rasyonalite ve irrasyonalite: Salt, ekonominin seyrine akıl erdiremeyen, rasyonel iktisat kuramı, faiz/enflasyon hesapları veya kısaca mantığı değil. Toplumu, Batının araçsal rasyonalitesi ile konumlanarak, bilimci popülizmle “modern/laik” ve “gelenekçi/dindar” diye üstelik “yanlış” etiketleyerek yarmış ve popülist söylemler ve siyasalarla birbirine düşmanlaştırarak yabancılaştırmış siyasette de durum farksız. Her kesim, kendi kültürel ve siyasi ötekisini ya “irrasyonel” olmakla suçluyor ve bahaneler bulup sürekli fatura kesiyor, ya da kolektif “yok olma kaygısını” yüce davasına iman ile, bireysel itibar ve haysiyet yarasını kişisel kuru gurur ve inat ile sarmaya çalışıyor. Akademi içindeki veya dışındaki aydını ve entelektüeli de elbette dahil, hatta başta olmak üzere, halk, dövizdeki dalgalanmalarını, “kör göze kör parmak” yalan beyanları, yandaş medya paçozluklarının, çeteleşmiş yolsuzlukları, keçeleşmiş ahlaksızlıkları, vb çaresizlikten ve dehşetten donakalmış izliyor. Damdan atlamak üzere olan, üstüne benzin dökmüş  ‘gelmeyin üstüme diye’ yakarım diyen veya jiletle orasını burasını kesen birini izler gibi! Fakat yine de aynı basmakalıp siyaset anlayış, çözümleme ve söylemlerini sürdürüyor. Zira, bu kadar “irrasyonel” duranın, kendi “rasyonalitesini” veya bilinçdışının mantığını, mekanizmasını, motivasyonunu ve gereksinimini sökemiyor. Daha da önemlisi bu “ilişkisel sürece” kendi katkısını göremiyor, tamamen yadsıyor. Tıpkı Batı’nın 9/11 olayına ve sonrasındaki intihar bombacılarına hala hiç bir anlam veremeyişi ve uluslararası siyasi sorumluluklarını inkar edişi gibi. O bakımdan, yani daha da fazla geç kalınmadan, şimdi tam sırası. 3) Güven ve kuşku: Zira, Türkiye toplumu zaten çok yönden ve travmatik örselenmiş, temel güven duygusu gelişip sağlamlaşmamış ve duygusal yönden ürkek kalmış; fakat o oranda da fevri, atılgan, (“cahil cesareti” denen tarzda) gözü pek, uyanık, fırsatçı, maceracı ve savaşçı. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca geliştirdiği kolektif  “sınır/da” (bordeline) karakterinin özelliklerini daha önce ayrıntıları ile yazmıştım.
Fakat devletin bekası” ve ulus toplumun” birlik, dirlik ve beraberliği, ancak emperyalist” dış düşman ve içerdeki gerici” veya bölücü” iç düşman fantazileri canlı tutularak sürdürülebildi.
Bu tarihsel süreç zarfında, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren olan kazanımları, modern kurumları, devletin yapılanması ve yönetim sistemi, çeşitli iktisadi ve siyasi küyerel sınavlardan bir şekilde geçti. Fakat “devletin bekası” ve “ulus toplumun” birlik, dirlik ve beraberliği, ancak “emperyalist” dış düşman ve içerdeki “gerici” veya “bölücü” iç düşman fantazileri canlı tutularak sürdürülebildi. Başı sıkıştıkça topluma pompalanan “derin devlet”, “faili meçhul”, “dış mihraklar”, “faiz lobileri”, vb. söylemler bu işlevi gördü. Keza, artık her gün her köşede sokaktaki veya sosyal medyanın sanal ortamında bolca şırınga edilen “komplo kuramı” aşıları ile ipin ucu adamakıllı kaçtı, denetlenemez oldu. Böylece, yani toplumun psişik yaratıcı ve yapıcı enerjisi bunlarla harcandıkça; ülkedeki insani doğal, sosyal ve kültürel kaynakların, dönem dönem çok başarılı veya çok yetersiz gelişme kaydetmiş olsa da, Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu durum ortada. Bu tablo; kendine, zarar verecek ölçüde yabancılaşmış ve psişik parçalanmanın eşiğine gelmiş, bilincini ve iradesini paranoid kuşku, kaygı, korku ve karanlığa teslim etmek üzere olan, “bıçak sırtındaki” bir toplumun tablosudur. Dolayısıyla, en öncelikli olarak toplumun “temel güven” duygusu, ivedilikle ve dışardan öcü ve içerden umacı masallarına, enflasyon/faiz canavarlarına gereksinim duymaksızın, tesis edilmeli. Kılıçdaroğlu’nun çağrısındaki helalleşme” ve daha doğru tercümesi ile “yüzleşme” meselesinin iyi yönetilmesi önemli ve gerekli. Bu da mevcut iktisat veya siyaset kuram ve yetkinlikleriyle olamaz ne yazık ki. Toplumsal uzlaşmayı sağlayacak doğru adımlar atılmadan, en başta da ekonomi, siyaset ve rejim olmak üzere, ülkede hiç bir şey düzelmez. Seçimle veya seçimsiz, iktidarda isim değişiklikleri olsa bile, “karşılıklı empatik kabulleniş, bağışlama ve barış”, bir gecede gökten zembille inmez. Zaten TBMM’deki sandalye sayılarından bağımsız olarak, seçim sandığından da çıkmaz. İşte o bakımdan da bu alternatif demokratikleşme anlatısının tam sırasıdır, evet. Kaldı ki, Türkiye’nin kafası uzunca bir zamandır dolaşımda olan ve birbirleriyle yarışan veya kapışan, hatta savaşan söylemlerle son derce karışık. Dolayısıyla kendi yüzleşmesini, uzun helalleşme listesi ile teker teker ve çabucak halledemez. Kendi geçmiş, bugünkü ve yarına ait tarihsel toplumsal imgelemleriyle tanışarak veya onları yeniden kurgulayarak işe başlayabilir. Kolektif hassasiyetlerin ve duyguların manipüle edilmesiyle ve popülizmle değil, tüm parçalı kesimlerin öznel ve makul gereksinimlerini karşılayacak diyalojik müzakereler ile kalıcı barış gerçekleştirebilir ancak. KURTULUŞ Uzunca bir süredir, kuruluş yıllarına Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına dönülmesinden söz ediliyordu. Zaten Atatürk’e, kurucu değerlerine derinden saygı ile bağlılıkta ciddi bir kopuş olmadı. Onun bu modern ulus-devleti inşacı güçlü liderliğine duyulan nostaljik hayranlık hiç bir zaman dinmedi. Sadece modernleşme serüvenine zaten temelden yarık başlamış toplum, hele ondan sonra mevcut kırılganlıklarını yenemedikçe, bastırılmış engellenme ve öfke yoğunlaştı, ört pas edilmiş psişik kopuş giderek derinleşti ve sertleşti. Nitekim bu anlatının öncelediği içgörü sorusu tam da bununla ilgili: Cumhuriyet’in iktisadi kalınma ve politik ekonomik siyasi toplumsal tarihi, ile birlikte ve iç içe olarak psişik ekonomi-politik tarihi, geçtiğimiz yüzyıl boyunca, ilk lideri Atatürk’ün kolektif şahsına yüklemlediği ve Kurtuluş Savaşı ile simgeleşmiş “kahramanlık destanından”, tüm iradesini son lider Erdoğan’ın kişisel şahsına teslim edip kilitlendiği, onun çürüme ve dağılma fantazili “ekonomik kurtuluş” masalına nasıl dönüştü? Bugün hangi kesimlerin veya kaç seçmenin, Cumhuriyet tarihini, Osmalı’dan sonra açılmış ve kapanmak üzere olan bir “parantez” hayalinde olduğu önemsiz. Kanımca çok daha önemli, çünkü ilk kavranması ve yüzleşilmesi gerekecek gerçek olan; AKP iktidar döneminin, Türkiye’nin toplumsal özneleşme tarihine, yukarıda saydığım üç ikicilliğin yadsınmış taraflarını, toplumun önüne koymak işlevi ile geçecek olması. İronik olarak, Erdoğan ile de, değil Cumhuriyet’in “fabrika ayarlarına”, ondan bile öncesine dönüldü. Yani ülkenin canı, dişi, alın teri ve emeği ile kurulmuş fabrikalarını satmak suretiyle, önceki tüm kazanımların, birikimlerin ve doğal, insani, kültürel kaynakların sorumsuzca çar çur edildiği, peşkeş çekildiği, yetersiz yönetim, batık, kaotik ve karanlık döneme gelindi.
Daha önceki düşüp kalkmalarından öğrendiyse eğer, yok saydıkları, ihmal ettikleri ile yüzleşerek ve yerine koyarak geleceğini bilinçli tahayyül ederek ayağa kalkacak. “Şahlanması” daha zaman alacak gerçi ve gerçek emek gerektirecek!
Bu toplum, öyle kolay kolay iflas etmeyecek elbette. Yeniden dirilip, öğrenerek çok daha sağlam adımlarla yürüyecek. Fakat, kalkınma, ekonomik büyüme, vs bakımından ve reel üretimlerle “yeniden” toparlanacak olsa da; siyasi, demokratikleşme, insani ve toplumsal gelişme, kapsayıcı ve katılımcı demokratikleşme, özgürleşme ve özerkleşme anlamında, geçtiğimiz yüzyılda ancak ulaşabildiği “emekleme” (practicing) döneminden çıkarak, şimdi “ilk kez” yürüyecek! Daha önceki düşüp kalkmalarından öğrendiyse eğer, yok saydıkları, ihmal ettikleri ile yüzleşerek ve yerine koyarak geleceğini bilinçli tahayyül ederek ayağa kalkacak. “Şahlanması” daha zaman alacak gerçi ve gerçek emek gerektirecek! YÜZLEŞME İLE AYDINLANMA Nitekim Aydınlanma; karanlıktan, bilinmezden ve kaostan kaçıp, akılcı bilim ve teknoloji ile sürekli yenilenip modernleşmek suretiyle; bilinmeyeni bölüp, parçalayıp, kontrol etmek ve norm dışını elimine etmek yoluyla inkara dayalı avunmaya dönüşmüş; böylece hala da huzurlu bir toplumsal düzene ve yönetişim biçimine ulaşmaya çalışan bir sekülerleşme mücadelesidir. Türkiye’nin bugün görünürdeki laik/dindar kamplaşması ve çekişmeli tartışmalar, hatta sürtüşmeler, bize sadece ham sekülerleşmesinin, geçmiş ve bugünkü popülist siyasetlerce araçsallaştırılmasından başka bir şeyi anlatmaz. Bu toplumda laiklik meselesinin hala doğru kavranıp olgunlaşmadığının ve içselleştirilmediğinin, yani Atatürk’ün bu devrimci düşünün de henüz gerçekleşmediğinin göstergesidir. Tarihçi olsun olmasın, Türk olsun olmasın, Atatürk’ü anlamış olsun olmasın, hiç sanmıyorum ki herhangi bir insan, toplumun bugünkü tablosunun, 10 Kasım’da andığımız, Atatürk’ün “demokrasiyle taçlandırın” diye miras bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti için tahayyül ettiği ve “rüyam” dediği tablo olduğunu söylesin. Bugün de yine, başöğretmen Atatürk’ün bir kez daha saygı ve takdirle anıldığı; fakat toplumun en saygın ve prestijli kesimi olması gerekirken en ezilmiş, sömürülmüş ve yaralanmış yurttaşları olan öğretmenlerin özel günü değil sadece. Aynı zamanda da Mustafa Kemal Atatürk’e “Atatürk” soyadının verilmesinin 87. yıl dönümü. Tarih, 1934. Yani 10. yıl nutkunda “Ne mutlu Türk’üm diyene!” dedikten sonra. Bu da kültürel ve siyasi bütüncül imgelemli Türk kimliğini; ancak ırkçı veya etnik milliyetçi parçalayıcı ayrıştırıcı imgelemlerle okuyabilen soy, sop meraklılarının özellikle dikkat etmesi gereken bir ayrıntı. Önceki yazıda siyasi söylemlerin ve toplumsal pratiklerinin yok saydığı, atladığı, bastırdığı imgelemlerin öneminden söz etmiştim. Ayrıca zaten toplum, imgelemsel, yani muhayyel bir kavramdır. Tıpkı demokrasi de öyle. Dolayısıyla, şimdi Türkiye’nin gündemine oturmuş olan “yüzleşme”; başkaları istedi diye ve onun dini inanış, ahlak kuralları veya bilimsel kuramlarınca olacak bir şey değil. Hele “kimlik politikalarının” veya “politik doğrucu” söylemlerin dayattığı gibi “Hepimiz şu  veya bu grup kimliğindeniz” retorikleri ile hiç olmaz. Kendi yüzü, yani (bu zamana kadar yüz-süz, kimlik-siz, kendilik-siz kalmış) kendi ile yüz yüze gelmek ve tanışmakla olur. Benim “ötekim”; benim kendimde beğenmediğim, öfkelendiğim, reddettiğim ve ona yansıttığım imgelemimden; yani benden başkası değil diyebilmekle olur. Yapıcı aydınlanma da nitekim, insanın kendi karanlığı ile yüzleşip onu anlaması, sahiplenmesi ve kabullenmesi olur. Elbette Türkiye’nin her yönden toplumsal çeşitliliği,  hemen her vesileyle söylediğimiz gibi yüksek.“Kılıçdaroğlu’nun helalleşme listesini” bile aşan, kırılmış, parçalanmış, özür ve af bekleyen kesimler ve siyasi söylemler de çok. Fakat ilk etapta sarılmak ve onarılmak bekleyen yaralar temelde iki tip veya yönlü. Onlara da izleyen yazıda bakalım.