Aydan Gülerce
Türkiye, yüzüncü yıl seçimine görünürde çok sayıda parti ve şimdilik iki siyasi ittifak ile gidiyor. Ancak bu siyasi tablo; kucaklayıcı, çoğulcu, kapsayıcı, katılımcı, özgürlükçü ve iyileştirici demokrasi söylemleri ve imgelemleri ile pek örtüşmüyor. Hatta oldukça ironik olarak, tek partili rejim döneminde parti içinde olduğu söylenen kadar bile geniş bir siyasi yelpazenin ve yapıcı dinamik etkileşimlerin olmadığını düşündürüyor. Onun yerine, toplumsal kaygı ve duygusal gerilim çok fazla. Kurumsal siyaset hasta ve toplum yasta.
Bu son derece üzüntü verici güncel siyasi tabloya geniş bir perspektiften ve serinkanlı bakınca, bazı özellikler oldukça çarpıcı biçimde öne çıkıyor.
Şimdi önce bu sıkıntılı toplumsal panoramanın en belirgin bileşenlerini hızlıca sıralayalım birlikte. Bir yandan da ve kalın çizgilerle, hem betimleyici, hem de değişmesi zorunlu olan özelliklerini de vurgulamış olalım. Böylece, demokratik dönüşümler için elzem görünen bazı yapıcı ve somut önerilere de daha kolay bir geçiş sağlayabilelim.
HALKIN CEHALETİ
Osmanlı yönetiminden bu yana devamlılık gösteren ve tepeden veya üstten olan, sadece devlet etme anlayışı değil elbette. Geleneksel devlet yönetiminin, örneğin eğitime yaklaşımı da böyle. Sözüm ona hızlandırıcı da olduğundan, 1780’lerde başlayan reform ve modernleşme girişimlerinin Mühendishane, Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi okulların açılması ile yükseköğretimden ve seçkinlerden başlaması ve aşağıya doğru varsayıldığı gibi ulaşamaması.
Dahası, çok uzun süre “üniversite” alt yapısının oluşamaması; sonrasında darulumum (ilimler evi) yerine darülfünun (fenler evi) gibi tercihler de tesadüfi değil. Peki, Cumhuriyet döneminde, şimdilerde çeşitli vesilelerle ve nostaljik öykünmelerle dile getirilen; dünyaya özgün bir örnek teşkil etmiş; eğitim sorununa çok yönlü, zeminden, kökünden ve köktenci başlamış köy enstitülerinin kendi özgün topraklarında kök salamamış olması rastlantısal mı?
Keza, eğitim = örgün öğretim = okulluluk = tek tipçi ve milli merkeziyetçilik, vb dogmatik kalıp ve ön kabulünün bugünlere ve YÖK’na kadar sürdürülmüş olması? Yığınla başka eski veya taze gösterge var. Özetle, Türkiye’de, yüksek diplomalı veya diplomasız halk, yani ulusun tabanı, ve sözcüğün en geniş anlamı ile, giderek de dünya standartlarının altına inecek kadar “cahil” kaldı!
İÇ VE DIŞ DÜŞMANLARIN HIYANETİ
“Yahudi-Hristiyan Batı”nın kurtarıcı misyonlu ve ilerlemeci, yayılmacı, eril egemen zihniyeti, “İslami Ortadoğu”nun partiarkal zihniyeti ile kolayca eşleşti. Dolayısıyla da modern T.C. devleti, “demokratik uluslaşma” serüveninde; baskıcı, otoriter, üstten ve buyurgan yönetim biçimini sürdürmekte zorlanmadı.
Ancak, bir yanıyla da onun sömürgecilik ideolojisine karşı çıktı. Yani kendinin (kötü dış öteki) “dış düşman” ve ona karşı kendi anti-emperyalist “ulusal özerklik ve bağımsızlık” imgelemini kurdu. Diğer yanıyla ise, onun başat; ama üç bilinmeyeni karşısında kaygılı ve Doğaya, Dişiye ve “Doğu”ya (anti-demokratik 3-D) karşı ezici, tahripkar, tecavüzcü ve saldırgan iradesiyle özdeşleşti. Yani kendinin (kötü iç öteki) “iç düşman”larını kurguladı.
1980’lerde küresel kimlik siyasetlerinin ötekileştirme politikalarıyla olumlanması ile “iç ve dış düşmanlar” zamanla daha da çeşitlendi ve bugün iyice güçlendi. Eski veya yeni “vatan hainleri“, yeniden üretildi veya olumlandı. Böylece, zaman zaman da terörize eden; yani nesnesi belirsiz, kaynağı ve faili denetimsiz toplumsal kaygı, serbest, sürekli ve yaygın bırakıldı!
İKTİDARLARIN İHANETİ
Nitekim, bu bölünme travmalı ve yok olma kaygılı toplumda, “devletin bekası” söylemi, Sağ veya Sol muhafazakar, statükocu, popülist siyaseti araçsallaştıran tüm iktidarlarca son derece kullanışlı oldu. Şimdilerde “yerli ve milli” söylemi ile yeniden hortlatılmak istenen de aynı alışkanlığı sürdürmek arzusu. Kendi devletinin güçlü ve adil olmasını, ulusunun çağdaşlaşmasına direnci ve sağlıklı gelişmesini arzulayan her türlü yapıcı katkıyı “düşman”, hatta son zamanlarda da “terörist” ilan etmenin elverişliliği.
Devletin baskıcı otoriter gücünün ulusal çıkarlar haricinde ve sanrısal güvenlik tehditlerine karşı hiddet ve şiddet ile kullanımı; kendi yurttaşları üzerinde dehşet salarak, hızla korkuya itaat bekleyen otokratik bir iktidar haline dönüştü.
O halde, eril güç kaybı kaygısını topluma yansıtan bu bağnaz statükoculuğu; bu toplumun ülkesini seven, etten kemikten ve sahici yurttaşlarına yapılabilecek, hem onun “önünü kesecek”, hem kendi “erkini iğdiş edecek”, hem de devletin özerkliğine ket vuracak, yani vatana yapılabilecek en büyük ihanetten başka türlü okumak olanaksız!
GÜVENLİK REZALETİ
Halkını sürekli korku içinde endişeli ve güvensiz bırakan bir devlet yönetimi, kendi yurttaşına da huzur içinde sırtını dönemez. Böylece, hem halk üzerinde korkuyu çoğaltıcı, baskıcı güvenlik önlem ve cezaları artar, hem de kendi gücüne olan güveni adamakıllı azalır. Kendi kendine iken, yani ülke içinde bile özgüveni ve güvenliği düşük olan bir ulus-devlet, başka devlet ulus-devletlerarası ilişikler ortamında da aşırı savunucu ve saldırgan olur. Silahlı kuvvetleri ile övünür; olur olmadık durumlarda onu öne sürer.
Ülkenin milli bütçesinin tüm geçmiş dönemlerde savunmaya ayrılan payın, başka alanlara - söz gelimi eğitime - ayrılanlarla kıyaslanması başlı başına bir göstergedir. Kaldı ki, böyle bir kronik güvenlik açığı endişesi ve takıntısı, onu dışardan desteğe bağımlı ve muhtelif yönlendirmelere de açık bırakır.
İçerdeki ve dışardaki güvenlik gücü, meşru şeffaf siyaset ve diplomasi ile kazanılmadıkça da gayri meşru yapılanmalarla ilişkiler artar. (1) Nitekim son bir aydır kitlesel ilgi gören videolardaki ifşaatla sergilenen de bu güvenlik rezaletinin varmış olduğu boyutlar, yapılanması ve sistemik çarkları.
MEDYANIN DELALETİ
Demokrasinin, hele eğitimden ekonomiye, ahlaktan estetiğe kadar hemen her toplumsal alanda çeşitliliğin çok fazla olduğu bir ülkede, en önemli yardımcısı, hatta “4. kuvvet” diye bilinen, iyi kitle iletişimidir. Tabii, kötü medya da aynı ölçüde işleri zorlaştırır, hatta bozar.
Nitekim, Türkiye’de medya da, Özal’ın “Anayasayı bir defalığına deldirmesi” ile birlikte, özel ve çok kanala denetimsiz geçtiği oranda hızla kirlendi. Değil “4. kuvvet” olarak siyaseti denetlemek, kendi öz denetimini bile sağlayarak gelişemedi. Hatta tam tersine; halka doğru haberleri iletmek, onların sorunlarını da yöneticilerin dikkatlerine getirmek gibi “aracılık” görevini; hızla vasat ve “işgüzar ara buluculuğa” ve yandaş veya havuz medyası sıfatıyla “hizipçi ara bozuculuğa” dönüştürdü.
Ayrıca, dijital iletişim teknolojilerinin ve dezenformasyon çağının “küresel hakikat-ötesi“ ortamında, küresel sosyal medya (“özgürlük” ve “yeni kamusal alan” kisveleri altında!) bu sosyokültürel alt yapısı kırılgan, entelektüel muhakemesi çoktan zayıflamış ve ideal bir uluslararası pazar olmuş hızlı tüketim toplumunu, hızla kendine bağımlı ve her türlü kasıtlı kasıtsız dezenformasyon manipülasyonuna açık kıldı!
SERMAYENİN FAZİLETİ
Elbette, memleketin bugünkü tablosuna, küresel kapitalizmin üretim mekanizmalarına ve en başta da ahlakına hızla uyum sağlamış sermayenin rolü dışarda bırakılarak bakılamaz. Ülkenin iktisadi kalkınması, bölgeler arası eşitsizlik, üretim-tüketim politikaları, ithalat-ihracat öncelikleri, üretim ekonomisinden sıcak para ve piyasa ilişkileri gibi geçmiş ve güncel kriz konularının en önemli toplumsal bileşeni olarak, yerel sermayenin sorumluluğu göz ardı edilemez.
Devlet ve özel sektörlerin geçmişten gelen ayrışması ve “iş bölümü”, son zamanlarda AB’nin de rol modelliğinde yavaş yavaş görünür olmaya başlayan “sosyal sorumluluk” projeleri adı altında, sivil toplumun gelişimsel sorunlarının ucundan eteğinden ne kadar tuttukları ortada.
Nitekim, geçtiğimiz yıllardaki eşitlikçi, kapsayıcı ve katılımcı demokrasi bağlamında, yerel ve çokuluslu sermayenin fazileti de, her ne kadar göz ardı edilmiş, tedarik zincirlerine gömülerek görünmeden kalmış veya gizil gücü vardı idiyse de artık; işsizlik, yoksulluk ve suç istatistiklerinden tutun da pazara yansıyan enflasyona ve denizlerin yüzeyini kaplayan müsilaja kadar, bugün artık adamakıllı gün yüzüne çıkmış durumda!
ÜLKENİN SEFALETİ
Ülke, hemen her alanda ve anlamda son derece ciddi bir açlık, yoksunluk, yoksulluk, kısacası sefalet içinde. İnsanlar, hepsi de birbirinden öncelikli sorunlar yumağını artık dinleyemeyecek kadar tahammülsüz, öfkeli ve üzüntülü. Türkiye, toplumca hasta ve yasta!
Bu yas, salt bir zamanlar olup da kaybedilene karşı duyulan nostaljik bir üzüntü duygusu değil. Aynı zamanda da henüz elde edilememiş olandan iyice uzaklaşıyor, ona yabancılaşıyor ve ürkütücü karanlığa mahkum olacak olmanın kaygılı hüznü!
DEMOKRASİ CİNAYETİ
O halde biz de, duyması ve hele hazmetmesi çok zor olan, sancılı demokratikleşme problemlerimizi dizmeyi tam da bu noktada bırakalım şimdilik. Zira bu toplumda, daha Deniz Gezmiş’lerin acısı hiç dinmemiş, nice “faili meçhuller” demokratik yollardan yargılanmamış, gerçek anlamda ve adil bir hukuk devleti inşa edilememiş, kapsayıcı, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi zaten emeklemekte iken, bugün Deniz Poyraz katledildi.
“Fail” belli, “amaç” belli: Bu, Türkiye’de işlenen kaçıncı demokrasi cinayeti!
* Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
(1) https://daktilo1984.com/forum/gorunen-ve-gorunmeyen-devlet yonetimleri/#.YLZ0zdYyTBs.twitter
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
Mahkeme tespit etti: Boğaziçi Üniversitesi, mülakatta usulsüzlük yapmış!
MSB kaynakları, Bosna'da görev yapan Türk askerinin pedofili suçunu doğruladı
Adaylık kulisi: 'İktidarı en mutsuz edecek' İmamoğlu-Yavaş formülü
Ahmak davası: AYM’nin İmamoğlu kararı 9 ay sonra Resmi Gazete'de
Otopsi raporu ortaya çıktı: Rojin'in ölüm nedeni belli oldu