Aydan Gülerce Halbuki Türkiye’nin içine saplanmış olduğu sarmallardan sağlıklı biçimde çıkması, çok yönlü, çok boyutlu ve kavramsal derinlikli toplumsal içgörü geliştirebilmesi ile olanaklı olabilir ancak. GECİKMİŞ İÇGÖRÜ Önce değindiğimiz birinci husus bağlamında, örneğin, Türkiye’de kolektif siyasi içgörü,  özellikle de sık yaşadığı siyasi iktisadi krizlerdeki, demokrasi çıkmazlarındaki ve ekosistemik umursamazlıklarındaki, ister yandaş, ister karşıt-bağımlı kaldığı, endüstri ve ekonomileri “erken gelişmiş” (G7 gibi) öncüllerin, sorumluluğunu da verdiği cılız dürtüsel veya sezgisel tepkiler dışında  henüz idrak edemedi. Dahası, onların güçlü ve teknolojik anlamda ileriymiş gibi görünen yanlarındaki yanılsama veya yanılgılarını ve tabii sebeplerini çözümleyemedi. Böylece, onların da hem ortak dünyayı, hem de kendini daha da kötü çıkmazlara sürükleyecek stratejik kararlarını hala da sökemedi. Tam tersine, özellikle de son on yılda, ciddi bir hiperbolik gerileme sürecine girdi. Bunun son örneklerini, 1950’lerde girilmiş ve gerek NATO dolayımlı, gerekse ABD ve AB ile doğrudan, asimetrik güç ilişkilerinde veya diğer (“güçlü/güçsüz”) dünya ülkeleri ile, tarihsel koşulları iyi değerlendirip; kendi elindeki “güçlü” kozları zamanlı ve kıvrak hamlelerle kullanamamasında görmek olanaklı. İkinci husus bağlamında da keza, Cumhuriyet’in  kuruluş yıllarından itibaren Batı düşün ve bilim dünyasından beslenen aydınların, devlet ve ulusal kalkınma ile ilişkilerinin genel anlamda toplumsal gelişmeye veya daha özgül anlamda demokratikleşme sürecine, gerçek yapıcı pek bir katkısı olmadı. Örneğin, ana betimleyici olarak ve politik ekonomi ağırlıklı özellikleri ile, ister Şevket Süreyya Aydemir ve Kadro Dergisi çevresi veya Kadro Hareketi’nin “devletçilik”; ister Ahmet Ağaoğlu’nun Batıcı “liberalizm” (iktisadi ve bireysel serbestlik); isterse Ahmet Hamdi Başar’ın (bunları uzlaştırıcı bir 3. yolmuş gibi duran ve zıtlıklarını sentezleyen) “girişimcilik” ilkelerinin, toplumsal siyasetteki karşılıkları bugüne kadar farklı derecelerde sürdü. Ancak birinci ilke dışında, böyle kuramsal entelektüel tartışmaların, devleti yöneten uzak veya yakın geçmişteki siyasi iktidarlar veya toplumsal bilinç üzerinde doğrudan her hangi bir kayda değer etkisi olmadı.  Dolaylı olarak olduysa da eğer, bunun daha fazla bulanıklığa, kafa karışıklığına veya kimlik bocalamasına katkısından söz edilebilir ancak. Öte yandan, entelektüelleri besleyen akademi, zaten dünyada da en siyasi, en muhafazakar, değişime en kapalı, en hiyerarşik ve en şiddetli ama “uygar”, yani “sessiz ve kansız”  iktidar savaşlarının yaşandığı; disiplinler arası sömürgeci düzenin sorgulanmadan yeniden-üretildiği köklü tarihi bir kurum.  Türkiye’de “Batıdan çok Batıcı”, “bilimden çok bilimci” olarak, hem çok daha bölük pörçük, birbirinden kopuk monologlar olarak kaldı. Hem de “laikten çok laikçi” ve “dinden çok dinci” siyasi çekişmelerin ortasında, daha da savunucu, ama o ölçüde de son derece zayıf ve niteliksiz kaldı. Türkiye’deki akademinin “görünmez” yeraltı yapılanmaları ve ilişkileri ise kendi medyatik kahramanını bekliyor! Osmanlı’dan bu yana, Batı’dan devşirme, hatta daha da fenası niteliksiz veya kavramsal açıdan sığ veya yüzeysel çeviriler ve “suyunun suyunun suyu” kulaktan dolma  aktarımlar ile aydınlanmış seçkin(ci) kesimler; kendi akademik disiplinlerindeki ve zamanın moda ana akımlarını, “at gözlükleri” ile izledi. Sonuçta, toplumu özgürleştirici dönüşümlere yön vermek şöyle dursun, aydınlar ve entelektüeller önce kendilerini özgürleştiremediler. Akademi içindeki steril apolitiklik veya dışındaki entelektüellerin ideolojik körlüklerle “çifte kavrulmuşluk” durumları, hatta son yıllarda YÖK Türkiye’sinde pek moda olan bu yapay ayrıştırma bile, (Althusserci anlamda)  konumlanmışlıkların veya çağrılmışlıkların tipik bir göstergesi. “Kolektif entelekt” için, başlı başına bir düşünsel fakirlik, statükoculuk, toplumsal duraklama ve siyasi yarılma sebebi. ERKEN ÖNGÖRÜ Elbette ve gene tıpkı “erken gelişmiş Batı”daki gibi, Türkiye’nin yakın düşünsel tarihinde, sıra dışı veya  eleştirel isimler ve fikirler zaman zaman oldu. Bugün de var. Nitekim Türkiye’yi kolektif olarak sosyal refaha, gücünü toparlamış bir toplum olarak çağdaş demokrasiye çıkaracak olan da yine kendi entelektüel sermayesi. Fakat bu, kanımca asla bilim-teknik, dijital bilişim, yapay zeka ve sinir-bilim veya tıp gibi alanlarda, yurt içinde veya dışında Türkiye’nin gurur duyduğu bireysel başarılarla filan olamaz. Toplum(cu) bilimsel entelektüel kapitalin, karşılıklı eleştirel diyaloglarla beslenerek gelişmesi ve kolektif ve etkin bir varlık olarak güçlenmesi ile olur. Oysa, Türkiye’de her türlü küresel eşitsizlik koşullarına ve devletle ilişkilerdeki olanaksızlıklara rağmen, 1970’lerde kayda değer bazı gelişmeler göstermiş olan sosyal bilimler, 1980 sonrası genel olarak üniversite kurumu ile birlikte çöküşe geçti. Üniversiteden popüler kültüre aktarımların veya alımlamaların ve  yurt dışına çıkanların veya kalanların, (ister bireysel olarak, ister kendi küçük klikleri halinde!) küresel veri/enformasyon ve yayın endüstrisi çarkı içindeki çabalarının bu anlamda hiç önemi yok. Esas itibariyle, toplum bilim ve toplumcu düşünce insanlarının görüşleri, gerek aynı disiplin veya sektör içi dikey ve daha da anlamlısı disiplinlerarası yatay yapıcı eleştirel etkileşimsellikten çok uzak kaldı. Yine son on yılda, Twitter gibi bir küyerel dijital sosyal medya arenasının bu gereklilik için yeni kamusal alan olarak öne çıkmış olması, son derece hazin bir durum. Zira hızlı tüketimdeki bu monologlar ile sadece son derece savunucu, statükocu, yaratıcı ve özdüşünümsel gelişime kapalı, hatta saldırgan, bilim, disiplin sınırlarında bölge ve ego savaşları her an sürdürülüyor. Bu veya geleneksel mecralardaki bazı değerli bireysel paylaşımlar ise, sahici anlamda birbirinden öğrenerek ve yapıcı eleştiriler ile, kendi alanlarını geri-besleyeceği ve birlikte toplumsal gelişmeye hizmet edeceği yerde, çoğunlukla karadeliğe veya (apar topar alımlama veya araklamalar ile!) akademik statükocu kariyer hırsına heba ediliyor. Ülkede her gün yeni bir görüntüsü ile karşılaştığımız, ekonomideki çöküntüden ahlaki çürümeye kadar; müsilajdan kültür ve coğrafi değerlerin talanına kadar;  kirli siyasetten demokratik hak ihlallerine kadar;  yaşanan tüm güncel yönet(iş)im sorunları;  tıpkı her hangi bir otoimmün bozukluk için betimlendiği gibi, kendi sağlıklı hücrelerine yabancı düşman gibi savaş açmış veya kötü ajan gibi saldırmaya başlamış hasta bir ruhsal-bedensel yapısal-sistemik işleyişe işaret ediyor. Yani, en düz anlamda bile, üstelik tıbbi sebebi bilinmeyen, kesin tedavisi de henüz olmayan bir alerjik sendromu anlatıyor. Öte yandan, şimdiye kadar denenmiş tüm toplumsal sınamalar ise alerjen veya sebep olarak tayin edilen maddenin bu “tuhaf” sendromla doğrudan pek bir alakasının olmadığını gösterdi. Sorunun kaynağı zannedilen, sürekli yer değiştiriyor; sanki yeniden canlanıyor veya bizzat bünye tarafından üretiliyor. Zaten öyle “göz açıp kapamak” ile (Ce-e gibi!) birden yok edilemeyebileceği de nihayet farkedilmeye başlanmasına rağmen, bu kesif inkarda ve batıl veya tılsımlı inanışlarla  kurtuluş düşlerinde ısrar ediliyor. Nitekim bu da, ilk kısımda değindiğimiz “ben-(devlet)merkezli genel duygusal ve zihinsel konumlanmışlık” ve “temel inkar” tablosu ile son derece tutarlı veya onun başka bir göstergesi. Kısacası, ve metaforik (Sontagcı) okuma ile,  Türkiye’nin kolektif tablosu, çok daha derin tarihsel yapısal ve sistemik gelişimsel güçlüğün, demokratikleşme serüveninin toplumsal (Lacancı) semptomları . Ve nasıl ki hiç kimsenin temel organizmik gereksinimlerini bir başkası onun yerine gideremiyorsa, Türkiye de kolektif olarak kendisi bilinçlenmek, yani kolektif bilinç ve siyasi yönetişim içgörüsü durumunda! Başka hiç bir kurtarıcı, özgürleştirici, kolaylaştırıcı, engelleyici ve benzeri sıfatlar atfedilebilecek ülke, küresel veya ilahi güç, onun yerine bu gelişimsel süreci yaşayamaz. “Sihirli düşünceler” veya “arzu dolu boş hayaller” ile, bu çetin dönemeçli ve karanlık tünelden asla başarı ile çıkamaz. Sadece bilinç bulanıklığını ve (“vesayet” altında!) güdümlü kalmayı sürdürür.  Kuşku ve endişeli hezeyanlara saplanıp kalırsa da gerçekle ilişkisini, dolayısıyla da siyasi  özerkliğini tamamen yitirir. İVEDİ ÇÖZÜM O halde çözüm, ancak çok boyutlu ve entegral bir toplumsal çözümleme, doğru tanı, etkili dönüştürücü vizyon ve kurumsal siyasette değil her günlük, sıradan yaşantılardaki mikro siyaset ve sahici toplumsal pratiklerle olanaklı. Bu da, yeniden vurgulamak gerekirse eğer, öncelikle ve özellikle beşeri ve toplum bilimlerdeki, kültür- sanat ve düşün alanlarındaki yurttaşların topyekun ve kolektif bir varlık gösterebilmek üzere dirilmesi ile olabilir sadece. Zira, 21. yüzyılda artık modernizm-ötesi siyaset, siyasetçi ve siyaset bilimcilere; tarih tarihçilere; ekonomi ekonomistlere; sosyoloji sosyologlara; felsefe felsefecilere ve psikoloji de psikologlara bırakılamayacak kadar ciddi toplumsal ve ahlaki eylem alanları. Hatta tedavüldeki tüm diğer bilimsel veya bilim-dışı muhtelif söylemler gibi, bunlar da kendi disiplinlerinin söylemleri ve ethosları içinde boğuldukça; toplumsal gelişme için son derece  zararlı bile olabilen, vasatlıkla zaten vasat yöneticileri veya doğrudan halkı yanlış yönlendirebilen politikalara ve gündelik uygulamalara yol açabiliyorlar. Açıkçası, Türkiye’nin bunaltıcı sarmallarından çıkışı, öyle sandığa endeksli, partiler arası milletvekili geçişleri veya tabanlardan oy devşirme yöntemleri ile filan olmayacak. Cumhuriyet öncesinden itibaren denenmiş, tepeden, didaktik ve dogmatik  toplum mühendisliği anlayışlarının esas sorun olduğu kabul edilip ve terkedilirse olacak. Önümüzdeki  20 yıla kademeli olarak yayılacak, bilinçli bir çağdaş demokratik toplum tasarımı için diyalojik akıllı etkileşimlerle, onarım ve yeniden-yapılanma projesi için birlikte yol alarak ancak. Yeni doğanlar da elbette, bu kolektif imgelemler için doğrusu öğrenilmiş, dürüst söylemler ve dönüştürücü sahici eylemler ile yetiştirilecek ve eğitilecek. Türkiye’de temsili demokrasi , siyasi popülist araç olmaktan bile çıkmış durumda artık. Adamakıllı cılkı çıkmış, rezil ve kepaze bir “oyuncak” haline gelmiş durumda. Hatta, yıllardır hamasi retoriklerle delik deşik, lime lime olmuş, kirlenmiş, çürümüş bir (içi zaten en başından beri boş; “sütsüz ve besinsiz” bir rahatlatıcı!) emzik, daha uygun bir benzetme olur. İlk önce, en gerekli ve önemli siyasi hamle olarak bunun (plastik , ama henüz kendi kendini yok edemediğinden!) dikkatlice çöpe atılması ve demokratik geçişin sağlanması şart! O halde, her kim aydın, entelektüel, akıllı ve birikimli olduğunu düşünüyorsa;  bilimsellik kisvesi veya bilgiçlik, bilgelik safsatası ile, her ne  bilgisi ve düşüncesi varsa; popülist siyasi amaçlar için araçsallaştırmaktan vaz geçmeli.  Ayrıca, modernizmden miras alınmış ve  hazıra konulmuş bilimsel otoritenin, kendi fetiş ve dogmaları da  özdüşünümsel olarak dürüstlükle sorgulamalı. 21. yüzyılda artık hala salt Ortaçağ ve din karanlığından “aydınlığa” geçmiş olmanın; siyasi bir lüks veya avantaj, kafadan  bir avans veya “üstünlük” sağlamaya yetemeyeciğini kabullenmeli. Yani, özellikle de “hakikat-ötesi” ve dijital iletişimin dezenformasyon ortamlarında, alternatif söylemlerin rekabeti  arasında toplum nazarında yeniden meşruiyet ve itibar kazanmalı. Sonuç olarak, ivedilikle her türlü olası ideolojik ve bireysel kaygılardan olabildiğince sıyrılıp; disiplinler ve siyasi partiler ötesi, iyileştirici ve geliştirici yapıcı eleştirel diyaloglar için bilinçli çaba sarf etmeli. *  Prof. Dr. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.