Yenilginin CHP ile sınırlı olmadığını biliyoruz ama CHP, Millet İttifakının amiral gemisi” konumundaydı. Bu nedenle yenilginin nedenlerini araştırıp çözüm bulmak, 2024 seçimlerine moral üstünlüğü ele geçirerek ve güçlü bir motivasyonla girmek, herkesten çok CHPnin kaçınılmaz görevlerinin başında gelir. Şeyh Bedreddin Destanı’nda şöyle bir bölüm var: “Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek için…” girilmişti bu seçimlere… Beklenen olmadı. Kaybedildi ve şimdi bu yenilginin sorumlusu aranıyor. Bu sorumluluğu, Cumhurbaşkanı adayı olduğu için simgesel bir öneme sahip Kılıçdaroğlu’nun üstlenmesi bekleniyor. Yaptıkları seçim ve yürüttükleri iletişim stratejisi yer yer bu ülkenin gerçeklerine uymasa da o kadar güzel bir kampanya yürüttü ki ardından gelen yenilginin sorumluluğunu tek başına Kılıçdaroğlu’na yüklemeyi yüreğim kabul etmiyor. Çünkü o kampanya boyunca yalnız değildi; etrafındaki “çokbilmiş danışmanlar” ile birlikte Akşener de, Davutoğlu da, Babacan da, Karamollaoğlu da, Uysal da vardı yanında. YENİLGİ HEPİMİZİNDİR Dahası biz de vardık; tamı tamına 25 küsur milyon seçmen olarak yanındaydık. Hepimiz oradaydık ve yenildik… Gene de gözümüz Kılıçdaroğlu’nda, ondan gönlümüzü soğutacak bir hamle bekliyoruz. Hepimizin sorumluluğu var ama onunki daha fazla… Farkındayım; kazansaydı, Cumhurbaşkanı o olacaktı. Herkes “beş benzemez”i bir araya getiren onun stratejik dehasına atıf yapacak, Cumhurbaşkanı seçildiği halde evinin mutfağından çay demleme hallerine methiyeler dizecekti. Hatta oluşturduğu ittifak, dünyaya örnek teşkil edecek bir biçimde siyaset stratejisi derslerinde bir model olarak anlatılacaktı. Ne yazık ki kaybetti; o kaybedince biz de kaybetmiş olduk. Tıpkı Birinci Dünya Savaşının sonucunda Almanların kaybetmesi nedeniyle Osmanlı’nın da kaybetmiş sayıldığı gibi… O kaybedişin ceremesini biz çekmiştik; Sarıkamış’ta, Çanakkale’de ve dahi Kurtuluş savaşı süresince yüzbinlerce insanımızı şehit vermiş, biz “on yılda on beş milyon genç yaratana” dek. “yenilgimizin asıl müsebbibi olarak addettiğimiz Almanlar”ın neden olduğu ikinci büyük savaş patlak vermişti. İkinci k ez dünyaya kafa tuttuklarına göre onlar yenilgilerinin nedenini araştırmışlar ve o araştırma sonucunda ortaya çıkan verilerden hareketle yeni bir Almanya olarak dünyanın karşısına çıkmışlardı. O ikinci savaşta öyle bir dezenformasyon sistemi kurmuşlardı ki Kızılordu Berlin kapılarına dayandığı vakit dahi sıradan Almanlar, ordularının Moskova kapılarında olduğuna inanacak kadar kendilerini Goebbels’in yalanlarına kaptırmışlardı. Biz ise onların çıkardığı ikinci savaş sırasında o kadar gerçekçiydik ki savaşın yol açtığı yokluğun etkisini “ekmek karnesi” ile atlatmıştık. Biz “kendi yağımızla kavrulma” mottosuna sarılmakla meşgulken Almanlar ikinci yenilginin de altından kalkmışlardı. Biz hala kamunun gücünü teslim ettiklerimizin binbir yönteme başvurarak o gücü bize karşı kullanmalarını “normal” kabul edecek kadar saf gerçekliğin peşinde gidiyoruz; işte o saf gerçeklik bizi hakikatten uzaklaştırıyor. Demek ki asıl mesele, yenilginin bir sonuç olduğunu ve esas olarak yenilgiden kurtulmak için asıl nedenlerini bulup açığa çıkartmamız gerekiyor. ÖLENLE ÖLÜNMEZ Kaybedildi ve hepimiz biliriz ki “geçmişe ağlamak fayda vermez”. “Ölenle ölünmüyor” yani! Hepimiz derinden etkilendik ve az da değiliz; tamı tamına yüzde 48’iz. Üstelik Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Muğla, Eskişehir, Aydın ve hatta Balıkesir ve Denizli gibi Türkiye’nin ayakta durmasını sağlayan büyükşehirlerde çoğunluğa da sahibiz. Kim bilir, bu yüzde 48, belki de yüzde 52’dir; onu da tam olarak bilmiyoruz. Çünkü muhalefet de, “kuş uçmaz kervan geçmez” bölgelerdeki bazı sandıklarda görevli ve müşahit olmadığı; oradaki oyların bas-geç” taktiğiyle iktidar için kullanıldığına ilişkin tevatürleri ve dolayısıyla üstlendiği görevi ciddiyetle yerine getirmediği gerçeğini kabul etmiş bulunuyor. Derler ki “yenilgi yetimdir; sahipleneni olmaz”. Sıradan insanların sahiplenmemesi anlaşılabilir ama Cumhuriyetin “bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” fikri üzerine inşa edildiğini savunanların zaferlere olduğu kadar yenilgilere de sahip çıkması; sorumluluk alması gerekmez mi? Bir kişi miydi yenilen? Elbette hayır! Kişiler de bu yenilgiden vareste değildir. Hepimiz, sorumluluğumuz kadar hesap vermek mecburiyetindeyiz ama yenilgi, bir tek kişiye tevdi edilemez; bize kefil olan kişinin ödemesi gereken bir borç senedi olarak görülemez. Gene de asıl gerçeği görebilmemizin önünü perdelediği için simgesel bir istifa, yüreğimizi soğutabilir. İhtiyacımız yürek soğuması değil; yenilginin altından kalkabilecek bir irade göstermektir. Liderlik, böyle zamanlarda kendini gösterir. Zira önümüz seçim ve esasen gerçekleştirdikleri projelerle ortalama yurttaşın başarılı bulduğu belediyeler 2024 Mart’ında görücüye çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yol açtığı moral bozukluğunun ve motivasyon düşüklüğünün önüne geçilemez ise 2024 yerel seçimlerinin hiç hak etmediği bir biçimde sonuçlanmasına neden olabilir.
Kurultayın iki güne sıkıştırma alışkanlığından vazgeçmektir. Kendi alanlarında otorite kabul edilen tarafsız ekip tarafından analiz edilen tartışmaları, belirli başlıklar altında, tıpkı 1927 ya da 1935 Büyük Kurultayları gibi en az bir hafta sürecek şekilde parti politikasına dönüştürmek ve bu politikaları uygulama sözü verecek bir yönetim belirlemek olmalıdır.
ÇEKİLMEK, KAYBETMEK DEĞİLDİR Tarihe ilgi duyanlar aşinadır; Birinci ve İkinci İnönü başarılarından sonra işgalci Yunan ordusu, Eskişehir-Dumlupınar hattına yığınak yapmış ve İsmet İnönü’nün komuta ettiği ordu, Mustafa Kemal’in emriyle Sakarya’nın gerisine kadar çekilmişti. O sırada Büyük Millet Meclisi’nde yaklaşan düşman tehlikesine karşı Ankara’nın Konya’ya yahut Kayseri’ye çekilmesi tartışılır olmuş ve Mustafa Kemal’e ağır eleştiriler yöneltilmişti. Sonrasını biliyorsunuz; yalnızca bu toprakların değil dünya savaş tarihinde de kendisine haklı bir yer edinen Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılmasıyla yeni bir sayfa açılmıştı. Nazım şöyle şiirleştirmiş o günleri: Ve Sakarya'dan bu havalide (…) bu nehrin ve bizim önümüzde yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp düşman ordusu ricata mecbur kaldı. Çekilmek, kaybetmek anlamına gelmez yani. Ricat, bir savaş taktiğidir ve yapılmasındaki asıl amaç mevcut güçleri en rasyonel bir biçimde kullanarak üstünlük elde etmektir. Başa dönelim; yenilginin CHP ile sınırlı olmadığını biliyoruz ama CHP, “Millet İttifakının amiral gemisi” konumundaydı. Bu nedenle yenilginin nedenlerini araştırıp çözüm bulmak, 2024 seçimlerine moral üstünlüğü ele geçirerek ve güçlü bir motivasyonla girmek, herkesten çok CHP’nin kaçınılmaz görevlerinin başında gelir. Bu görevi yerine getirecek tarihi izlere ve geleneğe sahip olduğunu da biliyoruz. Bu çerçevede önerilerimi yineliyorum: Kurultay tarihi belli olduğuna göre birbiriyle ilintili önerilerimden birincisi belirlenen güne kadar oluşturulacak bir blogda CHP’nin ve dolayısıyla muhalefetin yenilgisinin nedenlerini herkesi kapsayacak şekilde tartışmaya açmak ve bu tartışmaları analiz edecek parti içi taraflara mesafeli güçlü bir ekip kurulmasını sağlamak. Buna bağlı olarak, il ve ilçe örgütlerinin de,  kendi sorumluluk alanlarında yüz yüze yürütülebilecek tartışmalarla bu sürece katkıda bulunmalarını sağlamak. İkincisi Kurultayın iki güne sıkıştırma alışkanlığından vazgeçmektir. Kendi alanlarında otorite kabul edilen tarafsız ekip tarafından analiz edilen tartışmaları, belirli başlıklar altında, tıpkı 1927 ya da 1935 Büyük Kurultayları gibi en az bir hafta sürecek şekilde parti politikasına dönüştürmek ve bu politikaları uygulama sözü verecek bir yönetim belirlemek olmalıdır. 2024 yerel seçimleri öncesi her türlü hazırlığı yapıp, Sakarya olmak mümkündür ve de gereklidir. “Ve (kim bilir belki) o zaman dünyanın en güzel sesini… yeni doğanın ilk zafer türküsünü” duyabiliriz hep beraber.