Türkiye’de popülist siyaset de bir ölçüde küresel siyasete paralel bir gündeme sahip. Batıyı hemen hiçbir konuda tam olarak takip etmiyoruz. Bu nedenle bizdeki Batı etkisi ancak bir yere kadar anlamlı sonuçlar doğurmaya gebe.  Dünyada bir demokrasi krizi var. Bu kriz, ekonomik, sosyal ve kültürel bir çöküşün derin dışa vurumu olarak kendini göstermekte. Gelişmiş demokrasilerde vatandaşların önemli bir kısmı sandığa gitmiyor. Muhafazakâr demokrat ve sosyal demokrat partilere dayanan geleneksel iki partili sistem etkin bir şekilde işlemiyor. Muhafazakâr partilerin devletçi eski sağı terk ederek neo-liberal yeni sağa doğru ideolojik bir dönüşüm geçirdiği, sosyal demokrat partilerin ise kimlik ve ideoloji krizi içinde olduğunu gözlemliyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Bu metnin konusu olan popülist başkaldırının bir nedeni de bozulan dünyaya karşı geçmişin o parlak ve her şeyin yerli yerinde olduğu zamanlara özlem. Politik nostalji ve popülizm birbirinin ikizi gibi. Demokrasinin krizinde kristalize olan küresel sarsıntının ekonomik bir arka planı var şüphesiz ki. Dünya ekonomisi 2008’den beri krizde. Büyüme oranları istikrarsız. Ayrıca büyüme olsa da sonuçların istihdama etkisi çok sınırlı. Bir diğer önemli mesele küreselleşmenin yönetilmesiyle ilgili. İnsanlığın yüzleşmek zorunda kaldığı sorunların küresel çapıyla ulus devletlerin yerelliği arasında ciddi bir ölçek uyuşmazlığı var. Ekonomik kriz, iklim krizi, salgın hastalıklar ve mültecilik gibi meselelerde ulus devletler ve hatta ulus devletleri bir araya getiren BM ve AB gibi yapılar yetersiz kalmakta. Popülizm bu küresel vasata toplumun belli kesimlerinin itirazını dile getiriyor. Yönetilenlerin yönetenlere derin muhalefeti popülizmin çıkış noktası. Bahsi geçen muhalefet kurumsallık karşıtı aracısız bir demokrasi yorumu ile şahsiyetçi, hatta keyfi bir karizmatik lider performansını içinde barındırıyor. Popülist siyaset tarzı yerleşik ekonomik ve siyasi elitlere karşı halkın yükselen memnuniyetsizliğini politikleştiriyor. Tabii bu politika kurma biçimi demokratik olduğu kadar ötekileştirici de. Popülizmin güçlü olduğu hemen her ülkede politik tansiyon çok yüksek. Ayrıca toplum temel fay hatları bakımından karpuz gibi ikiye bölünmüş durumda. Birbirinden hoşlanmayan ve aşağı yukarı birbirine denk güçte olan iki kesim arasındaki çatışma demokratik istikrarsızlığı daha da derinleştiriyor. Popülizm tartışmasını Türkiye için yeniden yorumlamadan önce küresel siyasette bir değişiklik var mı sorusuna da değinmek gerekli. Çünkü önce Trump, ardından da Bolsonaro seçimi kaybetti. Ne anlama geliyor bu sonuçlar? Yoksa popülist liderler güç mü kaybediyor? Demokrasiye, kurumlara ve çoğulculuğa dönüş ağır mı basıyor artık? Bu soruya güçlü bir şekilde evet yanıtı veremiyoruz ne yazık ki. Çünkü hem ABD hem de Brezilya seçimlerinde oy oranları birbirine çok yakındı. Ayrıca Covid ile derinleşen ekonomik krizin her iki seçimde de belirleyici bir konuma olduğunu gördük. Elimizdeki tablo şu: Demokrasiye kesin bir dönüşten çok otoriter liderlerdeki iktidar yorgunluğu yaşanan gelişmeler üzerinde daha etkili oldu. Türkiye siyaseti ise bir ölçüde küresel siyasete paralel bir gündeme sahip. Batıyı hemen hiçbir konuda tam olarak takip etmiyoruz. Bu nedenle bizdeki Batı etkisi ancak bir yere kadar anlamlı sonuçlar doğurmaya gebe. Bu kısıtları parantez içine alarak şöyle bir yorumda ısrar edebiliriz: Erdoğan’ı Trump’a benzeten sayısız yazı yayınlandı şu ana kadar. Ayrıca onun karizmatik liderliğinde popülist lider tipinden izler görmek de mümkün. Dahası ekonomik kriz ABD ve Brezilya örneklerine benzer sonuçlar doğuruyor Türkiye’de. Mevcut iktidar kriz nedeniyle bir hayli yorgun. Bu noktadan sonra ise Türk siyasetinin kendi iç dinamikleri devreye giriyor. Mesela ABD ve Brezilya örneklerinde sağ popülizm sol tarafından yenilgiye uğratıldı. Türkiye’de ise iktidarın en büyük rakibi 6’lı masa. O masanın 5 partisi ise sağ kökenli. Demek ki, iktidar seçimi kaybetse bile bu sol popülizmin zaferi olmayacak. Çünkü ortada öyle bir ideolojik mayalanma yok. Ayrıca Kürt siyasetinin kendine özgü bir durumu var. HDP muhalefetin, hatta sol muhalefetin bir parçası. Ama HDP’nin temsil ettiği Kürt hareketi ne iktidar ne de ana muhalefet bloğunun içerisinde yer alıyor. Seçimi kaderini belirleyecek olan bu kitle her iki taraftan gelecek olumlu sinyallere açık. Son olarak dinin, daha doğrusu halk İslam’ının siyasal tercihler üzerindeki etkisine değinmek gerekli. Türk modernleşmesinin yürütülme biçimine geniş halk kitlelerinin muhalefeti çok uzun bir süre etkili oldu seçimlerde. Siyasal sosyolojik kutuplaşma ile merkez-çevre ikiliği hep birbirini besledi. Bu tarihsel durum olmadan siyasi analiz yapmak olanaksız. Ezcümle, popülist liderler dünyanın her yerinde zorlanıyor. Ya seçimleri kaybediyor ya da güçlü muhalefete karşı kıran kırana mücadele vermek zorunda kalıyorlar. Ama bu genel eğilimin ülkelere etkisi eşitsiz. Ayrıca muhalefetin performansından bağımsız bir popülizm analizi yapmak çok zor. Bu noktada kesine yakın olarak söyleyebileceğimiz tek şey konjonktürün muhalefete kazanma şansı verdiği şeklinde. Şans gerçeğe dönüşebilir mi? En azından kendi ülkemiz açısından bu sorunun muhtemel yanıtını 4 ay içerisinde göreceğiz.