Demokrasi haddini bilmekle olur! (VIII)
Aydan Gülerce
Son zamanlarda, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden dozu abartılarak; “modern endişeler” alevlendiriliyor. Böylece dindar kesim de rencide ediliyor. Sol elle yanlışlar düzeltilmeye çalışılırken, sağ elle husumet körükleyici bölücü çizgilerin üstünden kalın kalemlerle geçiliyor.
11 Eylül’de ABD’nin, 12 Eylül’de de ülkemizin yakın tarihine damga vurmuş olaylar anıldı. Her ikisi de zaman içinde tarihsel çözümleyici perspektiflerin açısı ve yorumların odağı değişse de, önemli kırılma noktalarına işaret etmeyi sürdürecek olaylar.
Zira her ikisi de toplumların kolektif benliklerine “travma” olarak işlemiş ve kolay unutulamayacak “narsistik” darbeler! Ve her şok gibi, bu türden hem beklen(me)dik tarihi olaylara, özellikle bölünmüş bir “iç/dış dünya” ortamında, kimileri büyük üzüntü ve elem, diğerleri de büyük sevinç ve haz tepkileri verirler.
“İÇ/DIŞ” VE “KENDİ/ÖTEKİ” İMGELEMLERİ ARASINDAKİ SINIRLAR
Bu birkaç benzer noktadan sonra, birkaç farka da değinelim: Belki de önemlisi (neo)kapitalist küresel düzenin “süper ve motor gücü” ABD’nin, rövanşist ve fevri “dış” siyasetinin tüm dünya ülkelerini etkilemesi. Buna Ortadoğu’nun “liberal demokrasi”li, İslam dünyasına “ılımlı rol model” olabilecek Türkiye’yi de 9/11 sonrası dönemde, belki de öncekilerden çok daha doğrudan yönlendirmesi dahil elbette.
Yine de, bugün Türkiye’nin 1980 darbesi, “iç” kanamalı seyretmiş, hatta hala dindirilememiş, hem modern ulusal ve hem de geleneksel bir “militarist devletçi kafa travması”! Yani görünürdeki “fail” de, zarar gören ve olumsuz etkilenen de kendisi. Zaten, “suçlu” ve “travmanın sorumlusu”, bir trafik kazasındaki gibi örneğin 8/8 “başkası” olsa bile, o konu bir hukuk, siyasi sigorta, vs meselesi. Dinamik tarihsel süreçlere kendi katkılarını inkâr etmeye ve demokratik özneleşmeyi ertelemeye de yarar elbette. Fakat, “akut komaya girmiş ve hala kronik uykuda” (40+ yıldır!) olan “hastanın” bitkisel hayattan sağlıklı bir şekilde çıkarak yaşamını ve gelişimini sürdürmesi ayrı ve tabii bazılarımızın daha çok önemsediği bir mesele!
Dolayısı ile, ilintili diğer bir fark; ABD’nin şok yaşantılarının yarasının ve kaynağının “dışarıda (/içeriden)”, Türkiye’dekilerin ise “içerde (/dışardan)” algılanması. Zira, sözünü ettiğim bölünmüşlük ortamı, Amerika Birleşik Devletleri için (“iç savaş” travması sonrası) kuruluşundan itibaren uluslararası dünya referanslı. “İyi kendi”ni uzaktaki “kötü öteki”den ayırıp izole ederek, kolektif narsissizmini güçlendirmesi şeklinde oldu. Böylece federal demokratik birleşikliğini ve kültürel bütünselliği de sağlamış olarak, küresel liderliğini oynaması idi.
Zaten, 9/11 ile “kötü öteki” de, birden ve hiç beklemediği biçimde burnunun dibinde ve “içinde” bittiği için, şoka soktu. Hatta, DTM ve Pentagon hiç de tesadüfen seçilmemiş hedefler olarak hem tam göbeğinden, hem de yüreğinden vurduğu için, öç alma duygusunu en derinden deşti!
Oysa Türkiye’nin bölünmesi, Osmanlı modernleşmesinden beri ve Cumhuriyet’in (dış emperyalist güçlerden kurtuluş travması sonrası) kurulması itibariyle, hem “iç” hem “dış”; hem “iyi” hem “kötü” ötekili: Batı/cı ve Osmanlı/cı. Bugün, “kutuplaşma” enflasyonu ile sıklıkla telaffuz edilen ve propogandist ve popülist siyasi söylemler ile toplumsal karşılığı da, yapay olarak ve hala ısrarla dürtülmeye ve üretilmeye çalışılan da aynı toplumsal ayrışmışlık tablosu.
Çünkü, Cumhuriyet’in egemen ve bastırılmış kolektif imgelemlerindeki “iyi kendi/kötü öteki” bölmesi tersine çevrilmek isteniyor. Bir taraf demokratik hak, hukuk, adalet, siyaset ve ahlak ihlalleriyle “haddini aşmayı” veya durumdan nemalanmayı inatla sürdürürken; diğer taraf ısrarla “haddini bilemediği” bazı kör noktalarını, Cumhuriyet mirası kazanımları, alışkanlıklarını, birikimlerini, yaşam biçimini ve gelecek hayallerini savunuyor.
ORTAK TOPLUMSAL TRAVMALAR VE SİYASİ SÖYLEMLER
Yukarıda, aynı travmatik olayların, farklı kesimlere (örneğin; darbeyi bizzat alan, yapan, azmettiren, tanıklık eden, aktaran, sonradan duyan, vb.) farklı duygular yaşattığına ve reaksiyonlara yol açtığına değinmiş idim. Aynı bireysel/kolektif öznelerin, zamanla geçmişteki aynı olaylara farklı bakması ve anlamlandırması da olağandır, hatta beklenmelidir.
Nitekim, insanların bir zamanlar alkışladığı, hatta işbirliğine girdiği olayları, daha sonra kınaması, utanç, sıkıntı veya öfke duyması da bundandır. Yani tıpkı “büyük ağbi” ABD’nin Afganistan rövanşının ve Türkiye’deki 1980 ve öncesindeki/sonrasındaki askeri veya sivil darbelerin, zamanında çoğunlukça desteklenmiş olduğu gibi!
Çünkü travmatik olsun veya olmasın bazı önemli tarihsel olaylar; öznel anılar ve farklı ideolojilere hizmet eden öyküler ile yeniden üretilir. Zaman içinde parçalı bireysel/kolektif bellek boşlukları doldurulur. Farklı kaynaklarla beslenir, yeni imgelemlerle zenginleşir ve yeniden yorumlanabilir. Böylece travmatik etkiler bile değişebilir veya yenilerine yol açabilir.
Nitekim bireysel/kolektif siyasi içgörü veya bilinçlenme ve toplumsal dönüşüm de bir yanıyla bu demek. Zaten, tarihsel gerçeklerin taraflarca kuşaktan kuşağa aktarılan alternatif öyküler ve siyasi söylemler; istemli, planlı, programlı ve bilinçli olarak veya olmayarak, tam da bunun için birbirleriyle rekabet halindedir. Son günlerdeki yeni Kemalizm/Post-Kemalizm tartışmaları gibi örneğin.
Fakat, bu dizinin 7. yazısında da değindiğim gibi, Türkiye’de siyaset (‘nasılsa uyuyor, uykudayken de sinirleri tepki veriyor” diye belki), “komadaki hastayı iyileştirmeyi” bırakıp, koltuk iktidarı peşine düşeli çok oldu. Yeni popülist araçları ve ucuz siyasi teknikleri deneyerek “başarılı operasyonlar” ile iktidarı sürdürmek veya ele geçirmek derdinde. Şom ağızlılık değil; eminim “ameliyat başarılıydı, ama hastayı kaybettik maalesef!” sözünü ilk kez şimdi duymadınız.
Tabii, Türkiye’nin “toplumsal travmaları” tek değil, hatta çok. Ayrışmaları da salt din-devlet-siyaset ilişkileri ekseninde değil. Bunlar hemen her gün kaşınarak, hatta kanatılarak tazelendiği için, gündemde ön plana çıkanlar da sıklıkla değişmekte. Odaklanma zaten yok. Örneğin, bazı siyasi söylemler, şimdilerde “endişeli modern” ve endişeli muhafazakar” şeklindeki “yapay etiketli” ikincil tartışmalarla besleniyor. Ortak travmaların ortak endişelerini anlayıp gidermekten aciz, mevcut huzursuzluğu sürdürmeye yarıyorlar. Tabii elbette sözde “çözüm” adına ve her halde “toplumsal iyilik” gibi niyetlerle!
İktidar ve yandaşları, muhalefetteki diğerlerinin muhtelif “sinir uçlarını” çoktan keşfetti. Ve baktı ki buraları dürttükçe tepki alıyor ve siyasi operasyon başarılı oluyor, ameliyathanede kalışını da bu şekilde uzatmayı denedikçe deniyor. Toplumsal hasar büyük, fatura hayli kabarık ve ortam hayli çirkinleşmiş ve çirkefleşmiş olsa da, daha makro perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından işlevsel de oluyor.
Son zamanlarda, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden geleneksel dozu daha da arttırılarak ve biçemi bilinçli bir şekilde abartılarak; ‘din ve devlet işleri karışacak, vicdani özgürlük hiç gelmeyecek, şeriat devletine dönülecek, Taliban’a mı özeniliyor?’ gibi “modern endişeler” alevlendiriliyor. Böylece, yani dinbazlık veya istismarcı din tacirliği ile dindar kesim de rencide ediliyor. Zaten ideali, esas dindar muhafazakâr veya mütedeyyin kesimin, dinbazlara hadlerini bildirmesi olur. Fakat muhalif entelektüel çevreler hemen topa/yeme atlıyor. Derhal yeniden laiklik tanımlamaları ile tepkiler veriliyor. Laiklik/dindarlık tartışmalarına girişilerek; sol elle yanlışlar düzeltilmeye çalışılırken, sağ elle husumet körükleyici bölücü çizgilerin üstünden kalın kalemlerle geçiliyor.
İktidar ortağı da “Türkiye, laik, sosyal ve hukuk devletidir” diye demeç veriyor. Sonra da bu malumun ilamına ekleme yapıyor: “Millet, Müslümandır.” Böylece yeniden “hassas dini/etnik/kültürel/siyasi kimlik sinir uçlarını” kaşıyarak, bölücü kimlik siyaseti değirmenlerine su taşıyor. Sosyal medyada tepkiler de hiç gecikmiyor: “Ben Türk’üm ama Yahudiyim.”, “Türk’üm ama ikisi de değilim.”, “Gagavuz Türk’ü de, Karaman Türk’ü de Hristiyandır.” gibi. Belki ben bu satırları yazmaktayken “Hem Türk’üm, hem de Kürt’üm.” diye yazan da olmuştur. Tabii, bu yazı da dahil olmak üzere, kim neyi ve nasıl okuyor; ne anlıyor, neye önem veriyor, hiç belli değil!
Fakat neyin henüz değişmediği belli: Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru, toplumun önemli bir kesimi, Türkiye’nin bir şahıs devletine dönüştüğünü ve iktidarın/danışmanlarının despotik tepkisel siyasi kararları ile çöküşe geçtiğini ve çürümeyi üzüntüyle izliyor. Yine de, genel olarak nasıl olup da bu noktaya gelindiğini ve daha da özgül anlamda, bu toplumda AKP’nin kaç dönemdir (onca usulsüzlüğe ve rasyonel yetersizliğe rağmen) birinci parti olarak tutulduğunu, hala ya anlayamıyor, ya kabullenemiyor veya konuyla yeterince ciddi, dürüst, sakin ve çok yönlü ilgilen(e)miyor.
Sonuç olarak, önümüzdeki genel seçim sonuçlarına bel bağlayıp, AKP’nin veya Cumhur İttifakı’nın toplumdaki sahici karşılığını ve kemikleştirdiği yapısal/sistemik sorunları görmeksizin, bunları doğru çözümlemeksizin ve kökten iyileştirmeksizin; yani salt siyasi ittifaklı iktidar değişikliği ile - örneğin varsayıldığı gibi “güce bakan” yalakaların ve AKP’nin kültürel tabanının, dolayısıyla da iyice yaygınlaşmış cehaletin ve lümpenleşmiş siyasetin, liyakat esaslı (partizanlık veya nepotizm yapılmadan, profesyonelce?) yeniden “kadrolaşma” ile - toplumunun çabucak değişeceğini öngörmek, saf dillik olur.
Yorumlar
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Bakan Fidan: HTŞ, yıllardır bizimle işbirliği içinde oldu
İstanbul'da deprem meydana geldi