Demokrasi haddini bilmekle olur! (VI)
Aydan Gülerce
Bugün Türkiye’de yaşadığımız ve ne yazık ki çözümsüzlükle veya hüsranla sonuçlanan pek çok siyasi ve toplumsal sorunu ele alanların nerdeyse hepsi, eninde sonunda ve bir şekilde, analizlerini modernleşmemizin ”çarpıklığına” bağlıyor.
Modernleşmenin, Atlantik kıyılarında gelişmiş ve dünyayı evrensel biçimde dönüştürme iddiasıyla yayılmış bir proje olduğu ortak kabul görür. Fakat, her karşılaştığı coğrafyada bunun standart veya evrensel biçimde sağlanamayışının (ve de olağanlığının!) kabulü ise çok daha zor oluyor belli ki. Zira, hedeflenen ve kendi tarihselliği ile uyumlu, belirli bir kapitalist ekonomi, hukuk, bilgi ve sanat üretme biçimleri ile ulus-devlet ve birey yurttaş temelli dünya düzenidir.
Elbette, farklı siyasi tarihli sosyokültürel dokular, bu “ideal modeli” ne zaman ve nasıl alımladıklarına göre farklı “alternatifler” veya “sapmalar” gösterirler.
Hele, bu alternatiflerin, modernleşme projesinin hangi temel varsayımlarının karşılıksızlığına bağlı olduğunun farkındalığına ve/veya gerçek(çi) anlamda irdelenmesine henüz pek rastlanmamakta.
Özellikle, Türkiye gibi “gelişmesi” (kalkınması!) evrenselci takvime göre geriden gelen ve zaman zaman da gerileyen toplumlarda, durum ne yazık ki hala böyle. Tabii ki bu, çeşitli (sömürgeler dahil) toplumların entelektüel sermayeleri hiç veya farklı tepkiler vermedi veya vermiyor demek değil. Fakat, bu ülkenin sağlam bilim politikalarının ve hiç değilse kendine yetecek yetkinlikte ve güçlü bilgi üretiminin olmadığı da ortada.
O bakımdan dizimin bu yazısında, yani Türkiye’deki tabloya bakmadan çok daha önce, modernleşmenin seküler bilgi, kültür ve sanat üretme biçimlerine, genel olarak disiplinler arasındaki sınırların tarihselliği açısından, çok kısaca bir göz atalım.
TANRI, DOĞA VE İNSAN ARASINDAKİ SINIRLAR
Kozmoz, kainat veya evren merkezli Antik Çağ düşüncesinde, Tanrı evrenin hem kurucusu veya yapıcısı, hem de temel hareket ettiricisi idi. Orta Çağ’da ise Tanrı merkeze oturtuldu; insan onun kulu ve Doğa da fonu oldu.
Örneğin, Skolastik felsefenin de temel görevi, Hristiyan kültürünü desteklemek ve öğretilerini aktarmak idi. Tanrının aklı veya yasası ile insanın aklı veya yasasının uzlaşabileceğine inanılıyordu. Fakat, iman ile felsefe arasındaki, her şeyden önce temel epistemolojik farktan ötürü böyle bir uzlaşma asla mümkün olamadı. Çünkü birinin doğrusu, diğerinin yanlışı veya tersi olabiliyordu ve diğerinin söyleminde kanıtlanamıyor veya çürütülemiyordu. Böylece din ile felsefe, daha doğrusu dogmatik iman ile bilgi arasında kalın ve aşılmaz duvarlar örüldü. Bir daha da, yani günümüze kadar hiç bir dinde veya toplumda yıkılamadı.
Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçerken en belirleyici özellik, insanın merkeze alınması idi. Tanrı’ya onun manevi gereksinimlerini karşılamak işlevi yüklemlendi. Doğa ise insanın birincil veya maddi gereksinimlerini karşılamak üzere araştırılmaya ve kullanılmaya başlandı. Tabii, ilk dönüşümler 14. yy. ‘dan başlayarak, Avrupa’da kültür ve sanat alanında Rönesans, uluslararası keşifler, kapitalizmle birlikte finans ve diğer kurumsal mekanizmalarının doğuşu ve dinde Reform ile eşzamanlı oldu.
Zaten Orta Çağ’ın filozofları aynı zamanda da din adamları iken (ör., Augustinus ve Thomas Aquinas), Rönesans döneminde; merak eden, arayıp bulan veya mevcut olanı sorgulayan düşünür tipi gelişti. Böylece felsefenin dinden bağımsızlaşması başladı. Yani, felsefe, salt teolojiye hizmet etmenin ötesinde yeni bir amaç ve yöntem edindi. Özerkleşmeye, akla ve deneye verilen önem de giderek arttı.
Bu geçiş dönemine damgasını vuran temel düşünce ve ilkeler kadar, kurumsal ilişkiler ve başka siyasi değişimler de önemli elbette. Her şeyin başında, Kilise’nin ve derebeyliklerin ekonomik güçlerinin zayıflaması gelir. Böylece merkezi krallıklar ve ulus-devletler oluşmaya başladı. Keza, Kilisenin tekçi çerçevesinden, hem çoklu ve ulusal karakterleri yansıtan yerel sistemlere, hem de Latinceden ulusal dillere geçildi. Gelişen ticaretin gerektirdiği emek yeni tip insan kaynağını, bu yeni orta sınıfın burjuva yaşam biçimi de Kilise dışında bir eğitim gereksinimini ortaya çıkardı.
Medreselerden farklı olarak üniversiteler açıldı. İlk üniversiteler “fakülteler” veya “yüksek okullar” şeklinde bölündüyse de, hepsi Teoloji Okulu’na bağlı ve bulgularını rapor edecek şekilde yapılandı. Tabii bunun altındaki ideolojik sebeplerin de “bilginin birliği” (unity of knowledge) gereksiniminden kaynaklandığı notunu da düşmek gerekir.
DİSİPLİNLERARASI SINIRLAR
Geniş bir tarihsel açıdan bakıldığında, şimdiki haliyle akademik “disiplincilik” meselesi, Batı düşüncesinde göreli olarak oldukça yeni bir gelişme sayılır. 18. yüzyıldaki bilimsel keşifler sayesinde Aydınlanma, kültürü zenginleştirme ve halkı bilgilendirme yolunu seçti. Yani, bilgi artık üniversitelere hapsedilmekten çıkarıldı. Şehirdeki çeşitli mekanlara, dergiler ve muhtelif başka yayınlar aracılığı ile kamusal alana açıldı.
İşte tam da o noktada, farklı disiplinler arasındaki ilişkiler pragmatik bir mesele olarak gündeme geldi. Bu gereksinim de bir yandan bilimsel faaliyetin bölünmesine ve az çok bağımsız disiplinlerin ve aralarında kalın sınırların oluşmasına, bir yandan da uzmanların ortaya çıkmasına yol açtı.
Fakat gerek ideolojik, gerekse faydacılık gibi sebeplerle, temel varsayım ve motivasyon hiç değişmedi: Tek ve bölünebilir bir gerçeklik vardır. “Bilginin birliği”, bilimlerin analizleri geçerli olduktan sonra sentezi olanaklı gören disiplinci düşünce formunun korunmasını gerekli, hatta zorunlu kıldı.
Aydınlanma ve modernizm sadece disiplinleri felsefeden koparmadı. Felsefeyi de epistemoloji, ontoloji, etik, estetik ve praksis gibi alt alanlara ayırdı. Hem bunları, hem de disiplinleri birbirlerinden izole etti. Her bir modern disiplin de kendine bir inceleme alanı tanımlayarak onu açıklamak, yordamak ve kontrol etmek misyonunu üstlendi. Elbette, bu alanların önden belirlenmiş, evrensel ve bilecek öznenin dışında, nesnel bir bilinecek gerçeklik olduğu önkabulü ile.
Bunun bir anlamı da, bilimsel yöntemin metafiziğe karşı nötr ve siyasi politikalardan bağımsız kalabileceğinin varsayılmış olması. Tabii bu, ana konumuzla doğrudan ilgili olan çok büyük bir yanılsama. Zaten, zamanla disiplinler metoda indirgendikçe, her birindeki bilim insanlarının kendi inceleme alanlarının yaşama karşı farklı yönelimlerinin ve bilgilerinin kısmiliği; temel felsefi (epistemolojik, ontolojik, etik, estetik ve pratik) önkabullerinin, çekirdek metaforlarının ve yöntemlerinin sınırlarının farkındalığı da kayboldu. Ayrıca bilginin yapıları da kapitalist düzene teslim ve kurumsal sınırlar içine hapis oldu. Nitekim akademinin dallarının da (Foucault’cu anlamda “disipline eden”) birer disipline dönüşmesi böyle oldu.
20.yy.’a adamakıllı damgasını vuran disiplincilik anlayışı, akademiklerin temel felsefi sorularla, makro politik meselelerle ve ahlaki toplumsal sorumluluklarla yeterince ilgilenmesini engelledi. Dahası, disiplinlerin veya bilgide özelleşen küçük entelektüel toplulukların kendi ideolojik ve paradigmatik sınırları içinde miyopluk ve dışa kapanıklık adeta norm oldu. Böylece, çeşitli gerekçeler ve farklı köşelerden gelen eleştirel seslerin (Lyotard’ın tanımı ile) “postmodernism” şemsiye terimi altında toplanması 20-80 seneyi buldu.
DİSİPLİNLER ARASI SINIRLARIN AŞILMASI
Bilimlerin tek başlarına bazı meselelerin çözümüne yetememesi konusunun elbette postmodernite tartışmalarından çok daha eskilere uzandığı notunu da düşelim. En eski ve bir o kadar da siyasi, hiyerarşik ve tutucu kurumlardan biri olan akademinin dünyadaki ve Türkiye’deki serüvenini başka bir yazıya bırakalım. Şimdilik sadece bu sınırların aşılma biçimlerine hızlaca bir göz atalım.
Yukarında da değindiğim gibi, hem akademi ile toplum, hem de disiplinler arasındaki sınırlar, başından beri yapaydır; yani hakikatte karşılığı yoktur. Zira evren, yaşam bölünemez veya tanımı gereği “disiplinler ötesi”, karmaşık ve dinamik ilişkisellik içindedir.
Fakat bugün dillere pelesenk olduğu haliyle displinlerin işbirliğine duyulan gereksinim ve ilgi 1970’lerde arttı. Çeşitli ortak eğitim-araştırma programları ve yeni (lisans üstü) enstitüler açıldı.
Aralarındaki kavramsal ve metodolojik farklara rağmen, salt popular kültürde değil, akademiklerce de gelişi güzel veya birbirlerinin yerine kullanılan dört sınır geçme biçiminin salt etiketlerinden söz etmek bile yararlı olabilir: (1) Çok disiplinlilik (multidisicplinarity), (2) disiplinler arasılık (interdisciplinarity), (3) disiplinlere geçişcilik (crossdisiplinarity), (4) disiplin aşıcılık (transdisciplinarity).
Öte yandan, postyapısalcı eleştirileri de hızlandıran ‘68 öğrenci hareketlerinin bilim alanına getirdiği “anlamlılık krizi” üzerine, her disiplinin kendi içinde de yeni paradigmalarla yeniden-üretimleri ile, bilim dünyası da çoğulcu bir etkinlik alanı olarak hızla çoğalmasını sürdürmekte.
Fakat, ne yazık ki bu pragmatik arayışların hiç biri, insanlığı tehdit eden sorunlara ciddi yanıtlar oluşturabilmekten oldukça uzak. Zira, iklim krizi, pandemi, düzenli/düzensiz göç, uluslararası terör, dinin populist siyasi araçsallaştırılması, temsili demokrasinin çöküşü, neoliberal ekonomik uçurumların genişlemesi ve derinleşmesi, hakikat-ötesi ve dijital dönüşümler, disiplinler ve uzmanlıklar arası ortak dil ve vizyon yoksunluğu gibi küyerel (“glocal”) sorunlar; hiç kuşkusuz dünyadaki mevcut siyasi yönetişimin yetersizliği kadar kolektif özdüşünümselliğin seviyesinin de göstergesi.
Zira ve akademik ortamlarda yıllar önce tartışmış olduğum gibi; disiplinler arasındaki bilimsel/siyasi sınırlar ile ulus-devletler arasındaki siyasi/bilimsel sınırlar arasındaki ilişki, salt izomorfizm veya retorikte değil; çok daha sembiyotik. Mevcut küyerel tablo bunun ivedi idrakini gerekli ve kökten değişmesini zorunlu kılmakta.
İşte bu gibi sebeplerle de, Türkiye’nin, bu kritik konjonktürde evrensel ve yerel bilgi sınırlarını ne şekilde yöneterek güçleneceği de apayrı bir önem arz etmekte.
Yorumlar