Demokrasi haddini bilmekle olur! (IV)
Aydan Gülerce
Tüm dünyada kolektif insan aklının ve edimlerinin gelişmişlik düzeyinin doğa ve ekolojik hakikat karşısında sınanması hızla sürmekte. Şimdi birden Afganistan gerçekliği ile, siyaset ve kültürel hakikat karşısındaki yetersizliği de gündeme oturdu.
Zira ABD, en derin narsisistik yaralanması olan 11 Eylül’ün hıncını almak üzere “iyi planlayarak” giriştiği 20 yıllık savaşını, “iyi planladığı” kreşendosuna 20 gün kala Taliban’ın öngöremediği ve hızlı hamlelerinden panikleyerek bitirdi. Değil Afganistan halkını, hatta yandaşlarını, kendi vatandaşlarını bile kurtaramadan sonlanması, kimilerine göre ikinci Saygon fiyaskosu olarak tarihe geçti.
Türkiye’de ise zaten yangınlar henüz sönmemişken; suç boyutlarındaki ihmaller ve yanlışları sıralamak henüz bitmemişken; tüm dikkatler Batı Karadeniz’e kaymış idi. Bugün de 17 Ağustos depreminin yıldönümü. Tabii büyük acı ve çaresizlikle izlenen ve hatırlanan, sadece doğanın zapt edilemez gücü ve kendi mantığı değil.
Halkın çoğunluğu, iyi yönetilememiş Suriyeli göçmen veya Afgan sığınmacı politikalarından endişeli ve öfkeli. Sokakta, geleneksel ve sosyal medyada bir günah keçisi bulmayı, kendi dışındaki bir ötekine veya kendinden olmayan birilerine fatura kesmeyi bırakamıyor. Çok az bir kısmı da gerçekten ve çaresizce, umutsuzca soruyor: Türkiye, salt şu son aylarda üst üste yaşanan felaketlerden acaba ne dersler çıkardı?
Örneğin, uluslararası arenada ne kadar “süper güç” olursa olsun başka ülkelere gereksiz prim ve ellerine çeşitli pazarlık kozları (değil ki şantaj malzemesi!) vermemek gerektiğini öğrendi mi? Peki, yüz yıldır kalkınmakta ve gelişmekte olan Cumhuriyet; her vesileyle olduğu gibi, Afganistan’a bakıp yine Atatürk’ü minnetle anan bu toplum, kendi durumunu nasıl düzeltecek?
Hangi disiplin veya uzmanlık çerçevesinden veya siyasi pozisyondan bakılırsa bakılsın; kolektif bir özne olarak kendisiyle tanışmadan, yüzleşmeden, haddini bilerek ve bilinçli adımlarla emek vererek demokratikleşmeden olmaz.
KOLEKTİF KARAKTER
Ulus-devletin demokratik toplumlaşması, tarihsel ve çok boyutlu bir gelişme süreci. Dolayısıyla da gelişme kavramının tanımı ve doğası gereği; ilerlemeler, duraklamalar, paradokslar ve gerilemeler yaşanması olağan.
Bunların içeriğini ve yönünü belirleyen ise “dışarıdaki”, yani siyasi hudutları ötesindeki dünya ile uluslararası ilişkilerinin ve eşzamanlı olarak, “içerdeki”, yani kendi karmaşık toplumsal yapısının ve sisteminin karşılıklı müzakereler ile diyaloğu. Kolektif özneleşme ve yönetişim becerisi de, büyük ölçüde; tekrarladığı örüntüleri, yani kolektif karakteri hakkında, yeterince iç görü kazanmasına ve istemli edimlerine bağlı.
Çeşitli popülist araçsallıklarla, özcü (essentialist) “milli karakter” kavramı, zaman zaman dile getirilir. Salt popüler kültürde değil; evrenselci ve modernist eleştirel sosyal kuramda da keza. Oysa bu hassas konu, çok daha özenli kavramsal ve titiz eleştirel çözümlemeleri zorunlu kılar.
Toplumların dinamik küyerel (glocal: eş zamanlı olarak hem küresel, hem yerel) tarihsel koşullarına ve sistemik pratiklerine duyarlı bir gelişimsel bakış açısından, doğru ve dürüst ele alınabilirse ancak; bir anlamı, geçerli siyasi işlevi ve toplumsal yararı olabilir.
Ayrıca, kolektif karakterin bazı karakteristik özellikleri, “yerli ve milli” söylemindeki ve popüler kültürdeki özcü stereotipler ile örtüşebilir. Hatta bunlar, politik doğrucuların hassas olduğu veya ırkçılık, ayrımcılık, nefret gibi söylemlere, fıkra ve karikatürlere malzeme oluşturmuş da olabilirler. Fakat genellikle onlarla ilgisiz, daha fazlası veya hatta tersidir.
Zaten konuyu hem onlardan bambaşka yöntemler, gözlemler, ölçütler, örneklemler ile ve çoklu boyutlarda, düzlemlerde, açılardan ele alır. Hem de hiç bir açıklayıcı değeri olmayan betimlemelerin ötesine geçmesidir çözümlemede önemli ve amaç olan. Her hangi bir ahlaki, politik yargılama veya normal/anormal yaftalaması [1] yapmaksızın elbette. Toplumsal olguların, kendi bağlamları içinde, tarihsellik ve ilişkisellikleri ile anlaşılmasına yardımcı olur.
SINIRDA KARAKTER ÖZELLİKLERİ
O halde, her ulus-devlet için geçerli olandan, Türkiye Cumhuriyeti de muaf olmadığından, tipolojideki yerine birlikte kısaca bakalım: Türkiye toplumunun kolektif karakteri ağırlıklı olarak sınır/da (borderline) özellikler gösterir.
Bu profil kategorisi, siyasi sınırlarının yönetimi ve geçirgenliği konusundaki coğrafi veya vatan topraklarının jeopolitik konumundan [2] dolayı böyle değildir. Bu zamana kadar, değişen dinamik tarihsel koşullar karşısındaki siyasi ve diğer bilinçli/bilinçsiz tercihlerinden ötürü öyledir.
Zaten yeterince karmaşık olan bu karakter tipinin tarihsel sebepleri ve başka ayrıntıları, bu yazının amacını aşar. Yine de, tanıdık gelebilecek şu 5 özet madde üzerinden ve çok kalın çizgilerle bir karikatürünü denemek yararlı olabilir:
1) Sürekli üstü örtülmeye çalışılan bir eziklik ve kendine güvensizlik hissi. Bunu gidermek ve başkalarının takdir ve beğenilerini kazanmak için çalışıp, çabalamak yerine; az, eksik veya yetersiz olduğunu kendisi de bilse bile (ki gururuna yedirip asla kabul etmez!), olanı korumak yönünde çok büyük enerji sarf etmek, kaynak harcamak. Aşırı kırılganlık, ürkeklik, savunuculuk, tutuculuk, öğrenerek değişmeye direnç.
2) Hemen her alanda duygusallık. Olayları kendine-merkezli algılama ve alınganlık.
Aşırı ve abartılı davranışlar ve dramatik değişkenlik. Uç noktalar (iyi/kötü, hep/hiç, ak/kara, vb) arasında sıçramalı (ya/ya da) gidip gelmeler veya kaygan geçişler.
Bu sarkaçvari salınımların açısının ve hızının giderek veya aşırı stres altında artması. Düşük içgörü ve empati; yüksek suç ve sosyopati (hukuksuzluk, kural takmama ve norm çiğneme) eğilimi.
Kendini veya başkasını ya aşırı idealize etmek ve hayranlık duymak ya da yermek ve kötülemek. Başkalarında da (neredeyse yarı yarıya) ya sempati ya da antipati uyandırmak.
3) Gerçek veya optimum kapasitenin altında, dengesiz ve istikrarsız yetkinlik düzeyi. Çok iyi ve başarılı ile çok kötü ve başarısız arasında inişli çıkışlı performanslar. İrrasyonel ve öngörülemez, iyi veya hiç düşülmemiş fevri tepkiler. Plansız, sonuçları öngörülmeyen veya müeyyidesine aldırılmayan sorumsuzca davranışlar. Sık tekrarlanan krizler. Krizle beslenmek, varlığını ona bağımlı sürdürmek. Yapay kriz çıkarmak ve hatta ciddi zarar varabilecek ölçüde kendini sabote etmek.
4) Davranışlarından ve başkalarından öğrenerek gelişmek yerine; kolaycılık, “-mış gibi” (as if) taklitçilik ve aşırmacılık.
Ya bukalemun gibi kendini değiştirmek (accomodation) suretiyle dışarıya “biçimsel” ya da dışarıyı içine emip, alımlayıp kendi “yapısına” yedirmek (assimilation). Böylece değişen koşullara hızlı, yüzeysel uyum ve pragmatik esneklik (plasticity). Fakat bu görünürdeki uyumsallık ve belleksizlik; gerçek bir adaptasyon ve kalıcı bir öğrenme olmadığından, yeterince olgunlaşma ve güçlenme sağlayamamak. Dolayısıyla da, içeride (ve dışarıya verdiği imgede!) kronik ve çift değerli (ambivalant) gelişme endişesi ve eşzamanlı olarak ilerleme (progress) ve gerileme (regress) paradoksu. Bütüncül uyum (coherence) ve eşgüdüm (co-ordiation) yetersizliği. Nitekim bu karakterin en tipik ve ayırt edici göstergesi: böl(ün)me (splitting. Hem sürekli kaygı ve süreksiz travmatik tetikleyicisi olarak. Hem de temel başa çıkış ve başat yönetim mekanizması olarak.
5) Uyarıcı arayış ve bombardımanı, dikkat toplama ve odaklanma, bilişsel filitreleme ve muhakeme, kolektif zeka, organizasyon, disiplin, özdenetim ve düzenleme (regulation) güçlükleri.
İlişkilerde mesafe ayarlamasında sıkıntı; ya çok cıvıklık, ya da çok katılık. Sınırsızlık, sınır tanımazlık, sınır zorlamak, sınırlanmaya gelememek. Haddini bilememek; nerede durup nasıl, ne zaman, ne hamle yapacağında belirsizlik. Ne ve kim olduğuna dair kararsızlık.
Bu genel göreceli ve dereceli tablodan sonra da şu notu düşmekte fayda var: Nasıl ki bir ülkenin coğrafyası veya vatan toprakları tek başına kaderi değilse, toplumun kolektif karakteri de fıtrat değildir. Ne kadar kalıcı olursa olsun, tekrarlanırsa tekrarlasın ve tarihi bir tekerrür olarak gösterirse göstersin.
Dolayısıyla, toplumsal siyaset ve Türkiye açısından esas önemli olan; kendi tarihselliği içinde nasıl bir toplumsal kimlik geliştirdiği ve yönetişim becerileri kazandığı. Yani, ne kadar parlak/sönük veya şanslı/şanssız olursa olsun, geçmiş/şimdiki tarih-coğrafyasından bağımsız ve kolektif karakterinden ayrı olarak. Fakat elbette onların belirlediği olanak ve olanaksızlıklar üzerine inşa ettiği toplumlaşma ve demokratikleşme boyutlarındaki olgunlaşmasına bağlı olarak.
Sonuç olarak, seçim veya darbe yoluyla hükümetler değişir. Demokratik veya otokratik devlet rejimleri değişir. İktidar/muhalefet devlete birlikte hükümet edenler de er veya geç değişir. Laik/din devleti tartışmaları bile değişir. Türkiye’de toplumun bekası; zamanın giderek “ısınan” küresel siyasi-doğal iklimi içinde, kendi vatan tarihi-yurt coğrafyası, kolektif karakteri, toplumsal kimliği ve ötesi ile baş başa kalır!
Bu konuya daha yakından bakmak üzere bu yazıyı da burada noktalayalım.
[1] https://www.politikyol.com/demokrasi-haddini-bilmekle-olur-iii/
[2] https://www.politikyol.com/demokrasi-haddini-bilmekle-olur-i/
Yorumlar
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Bakan Fidan: HTŞ, yıllardır bizimle işbirliği içinde oldu
İstanbul'da deprem meydana geldi