Ülkece son derece vahim ve dibi görünmeyen bir girdaba hızla saplanmaktayız. Geçen hafta, irili ufaklı sorunlarımızın karşılıklı-bağımlılık ilişkileri üzerinde duracağım bu yazı dizisine başlamış idim. Bunları bir merkez veya çekirdek metafor olarak “sınır” kavramı etrafında ele almayı şu beşi-bir-yerde önkabüller ile sürdürelim. Bu ülkede sorunlara, özellikle de krizlere müdahalede, genel yaklaşım: (1) Kuramsal ve soyut çözümlemeleri anlamsız veya gereksiz bulur. Zorunlu aciliyet veya sürekli telaş hissi ile de hep öteler. (2) Oysa, Türkiye zaten kronik bir kriz toplumu. Hem birinden bir diğerine geçilir, hem de her sorun bir kriz olarak, panik havasında yaşanır. (3) Krizin tanımı da, çözümü de döngüsellik (circularity) içerdiğinden sarmaldan çıkılamaz. Hatta, söz konusu olan, temelinde aynı sorunla ilgili bir kriz dahi olsa. (4) Kuram-siyaset-toplumsal praksis ilişkilerinin içiçeliği ve eşzamanlılığı hala kavranmış ve önemsenmiş değil. Bu da benzer krizlerin tekrar çıkmasını ne engelliyor, ne de iyi yönetilmesini veya çözülmesini sağlıyor. (5) Kaldı ki, ivedilikle müdahale demek; doğru, geçerli ve tam isabet olmaması demek değil. Hatta tam tersi! Etkili yönetişim ve değişen dinamik koşullara hızlı adaptasyon; zamanlı inisiyatif; yaratıcı ve dayanıklı çözümler için önceden kazanılmış yetkinlik şart. O halde ülke cayır cayır yanmakta iken, serinkanlılıkla biraz içgörü kazanmayı hedefleyelim. SINIRLI SİYASET VE YÖNETİŞİM İÇGÖRÜSÜ Nitekim,  bireysel veya kolektif öznenin, siyasi veya başka her hangi bir konuda yetkinliği için farkındalık veya retorikler yetmez. İçgörü, bilinçlenme ile kazanılan çok özel bir kendilik bilgisi. Kendi deneyimlerinden veya başkalarınınkini kendisi ile ilişkilendirerek öğrenmesiyle ve davranışa dönüştürmesiyle gelişir. Tabii, ister bir bireyin, isterse toplumun kolektif özne olarak içgörüsünün gelişimsel olmasından, bazı ilkesel özellikleri anlamalı. Şimdi de o “beşi bir yerde”ye hızlıca bakalım: (1) Tarihsel ve zamana yayılmış bir olgunlaşma sürecidir. (2) Süreç boyunca benzeşik değildir. Özgül konulara ve tarihsel koşullara göre değişen; çok daha iyi veya çok kötü performanslar göstererek seyreder. (3) Keza, öznenin tüm psikolojik/sosyal becerilerine de top yekün olarak veya eşit oranlarda dağılmaz. (4) Süreç de sonuçlar da son derece özneldir; özneye özgüdür. Bunların niteliğini daha iyi veya kötü değerlendirecek, mutlak (evrensel/yerel) ölçüt veya standartlar olamaz. Sürecin yönünü ileri veya geri şeklinde belirleyecek olan da; öznenin kendi maksimum kapasitesine ve ideallerine yaklaşma veya uzaklaşma dereceleridir. (5) Öznede ve sürecin kendisinde değişim esastır. Yani içgörü bağlamında da değişmez bir öz söz konusu olmamakla birlikte, tekrarlanan örüntülerin belirli bir karakteri veya anahatları ile zamana dayanıklı bir profili söz konusudur. Nitekim özdüşünümsel içgörü de, ancak bunun ayırdına varılması, geçmişin ve şimdiki zamanın anlam kazanması ve gelecek için öngörülü davranılabilme ile olgunlaşır. Şimdi de bunların modern Türkiye öznesinin modernleşme ve demokratik toplumlaşma serüveni açısından ne anlama geldiğini gözden geçirelim: TC ulus-devletinin 100. yılına yaklaştığı sıklıkla vurgulanıyor. Oysa modernleşme ve toplumlaşma açısından bir asır, oldukça kısa bir zaman dilimi. Ne kadar radikal ve feodaliteden koparıcı hamlelerle başlamış olursa olsun. Bu sürecin başlangıç veya kuruluş noktası olarak ister Osmanlı, ister Cumhuriyet alınsın. Sıcak iktidar/muhalefet kapışmalarının cazibesine kapılma arzusu ne kadar dayanılmaz olursa olsun. Şimdiyi doğru anlamak ve görünürdeki problemi iyi teşhis edip çözebilmek, makro tarihsel ve sabırlı okumalar gerektirir. (1) Uzak veya yakın geçmişte, Türkiye’de halkın veya devleti yöneten hükümetlerin; dış siyaset, ekonomi, eğitim, adalet, sağlık ve benzeri toplumsal alanlarda gelişimsel dönemine uygun iyi performansları oldu.(2) Dolayısıyla bu da, şimdi milletçe ve çaresizce gözlemlediğimiz yönet(işim)sel kötünün derecesi ve türü hakkında bir fikir verir. Toplumsallaşmanın ve demokratikleşmenin yapısal-sistemik boyutlarının, ülkenin kendi geçmiş performanslarına, mevcut potansiyeline ve olanaklarına bakılarak yeniden değerlendirilmesine yardımcı olur. (3),(4) Tüm bunlar, toptan ve küresel tarihsel-sosyolojik ve yerel siyasi psikolojik konjonktürlere bağlı değişimler ile birlikte ele alındığında, bazı “değişmez” örüntülerden söz etmek olası. (5) DÜN, BUGÜN VE YARININ ZAMANSAL SINIRLARI Örneğin, sorunları teşhis ederken de, çözüm üretirken de belleksiz davranma alışkanlığı! Bir mesele sıcak gündeme bir kriz gibi oturunca ancak, tüm dikkatler birden ona yöneliyor. İlgi bir saman alevi gibi birden parlıyor ve kısa sürede sönüyor. Sıcak gündem ve alev demişken, tüm bu soyut saptamaları orman yangınları somut örneğini düşünerek okuyalım. Ciddi sorunlar, siyaset ve polemik malzemesi olarak araçsallaştırılıyor. Konular yüzeysel ele alınıyor ve  hızla tüketiliyor. Çeşitli gerekçelerle çabuk kapanıyor. Hemen de unutuluyor. Tabii kalıcı yapısal çözüm önerileri veya sistemik önlemler için düşünülenler de öyle. Hatta Akdeniz havzasında her yaz yaşanan orman yangınları ve yıllardır ayyuka çıkmış küresel ısınma gerçeklerine rağmen, yani tekrarlanacağı “bilinse” bile, ya inkar ediliyor ya da günü/anı kurtarmaya bakılıyor. Her gün adeta kainatın son günüymüşcesine, yarın yokmuşcasına. Fakat ‘yarın’ gelip de o sorunla yeniden karşılaşılınca, hem bir sürpriz veya şok olarak yaşanıyor. Hem de neredeyse tamamen aynı ve parçalı reaksiyonlar yeniden verilerek. Bunların başında da pişmanlık olsun olmasın, ders almak veya bu kez yapılması gerekenlere derhal girişmek gelmiyor. Suçu ve sorumluluğu (iktidar, muhalefet, dış emperyalist veya iç bölücü güçler, terör örgütleri, coğrafya, din düşmanları gibi) birilerine atmak ve lanet okumak geliyor. Öznede geri-beslemeli bellek olmayışı demek; geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki zaten “yapay” olan analitik ve kategorik zamansal sınırların erimesi demek. Yani bunların, hakikatte sürekli olan tarih-uzamı içinde, bilinç düzlemindeki temsillerinin de olmaması demek. Böylece varoluşçu devamlılık veya beka kaygıları da artıyor. Toplumsal anomiye doğru kayma başlıyor - ki bu konuya başka bir yazıda döneceğim. KURUMLARARASI YETKİ, SORUMLULUK VE EŞGÜDÜM Bugünkü ciddi ve kritik sarmalı, Türkiye’mizin modern uluslaşma ve demokratik toplumlaşma serüvenindeki tüm birikmiş kazanımlarını ve cılız devlet yönetimi kapasitesini sınamıyor sadece. Hazır miras veya asırlık üretim doğal, insani ve kültürel kaynaklarını da kasıp kavuruyor. O halde, özellikle de iktidar/muhalefet/toplum hep birlikte  yönet(işim)sel tercih ve beceriksizliklerin bu tablodaki rolüne; çok boyutlu, odaklı ve düzlemli, özetle çoğulcu bir perspektiften bakabilmeli ve iyi görebilmeli. Geçen hafta, sıcak gündem üzerinden uluslararası sınırlarının hangi konularda  katı veya dirençli, hangi dinamik siyasi koşullarda aşırı esnek veya akışkan yönettiğine değinmiştik. Şimdi de ondan çok daha sıcak gündem vesilesiyle, içerdeki yapısal-sistemik sınırlarını nasıl yönettiğinin güncel durumuna bakalım. Zira modern toplumun demokratik yönetişim yetkinliğinin bazı yapısal ve sistemik önkoşulları var. Bunlar aynı zamanda da feodal, karmaşık ve ayrışmamış bir imparatorluğun sosyal dokusundan modern kurumsal yapılanmaya nasıl geçilmiş olduğunun göstergeleri. Şimdi de bunlar için, orman yangıları bağlamında yeni bir beşi-bir-yerde yapalım. Bu ölçütlerde tekrarlanan geçmişimizi görmeyi ve unutmamak üzere bellemeyi umalım: (1) Merkezi devlet ve yerel yönetimler arasındaki sınırlar ve denge. Yetki ve sorumlulukların merkezde toplanmaması. Bunların uygun oranlarda en kılcal ve mikro ölçekli birimlere kadar paylaştırılması. (2) Kurumların toplumsal organizasyon yapısının hiç bir insani gereksinim alanının karşılanmasını ihmal etmeyecek şekilde kapsayıcılığı. Sorumlu ilişkiler ağının hiç bir bireyi, grubu, coğrafi bölgeyi kayırmayacak veya dışlamayacak şekilde kucaklayıcılığı. (3) Kamusal kurumların ve makamların görev tanımlarının açık seçikliği. Aralarındaki boşluklar kadar, binişiklik alanlarının da iyi düzenlenmesi ve dürüst denetlenmesi. Kamu ve özel sektörler arasında işbölümü. Hepsinin güvenilir, şeffaf iletişim, eşgüdümlü işbirliği ve topluma hesap vermeleri. (4) Ülkenin, özellikle de en temel kurumlarının, liyakat esasına dayalı bilimsel ve profesyonel yetkinliği, maddi donanım ve olanaklarının işlevsel gücü ve kurumsal kültürünün devamlılığı ve toplumsal uzlaşma ile eşzamanlı tutarlığı. (5) Kamu hizmetlerinin toplumun tüm kesimlerine ve coğrafi bölgelerine eşit dağılımı. Partiler ötesi ve hükümet dışı toplumsal örgütlenmenin niteliği. Gönüllü katılımcılığın (deprem, sel, yangın gibi doğal felaketler sonrası vicdani, merhamet veya başka duygular ile keyfi değil!) öncesi ve düzenli bilinçli faaliyetler şeklinde sorumlu organizasyonu. Ülkenin salt, tüm toplumsal yöneti(şi)m yetkilerinin değil merkezi hükümete, görünürde tek bir güç makamının kişisel haddine zincirleme bağlanmış olması; ülkenin her türlü güvenliğinden sorumlu TSKnın ve jandarmanın edilgenliği ve gecikmeli yanıtları; emniyet teşkilatının TOMAları ve THKnın olmayan, uçurulamayan küçük uçakları; iki helikopterin ahmaklık örneği göstermelik uçuşları; yangın şehitleri; hızla kaybedilmekte olan doğal hazine; halkın çaresizlik ve acı içinde kaderciliğine terk edilme feryatları; elleri ile toprak atarak mega yangını söndürme çabaları; içi yanarak izleyen diğerleri ve çok daha fazlası; tüm bu beş maddede ne durumda olduğumuzu anlatmaya yetmeli! Önce bunlarla yüzleşmeli. Toplum kendisiyle tanışmalı. Çürümüş temsili demokrasi oyununa teslim olmadan ve hipokratik iktidar/muhalefet siyaset oyunlarına gelmeden. Lidersiz ve tabandan kendiliğinden gelen bir demokratikleşme, özerkleşme ve özgürleşme arzusu ile. Sorgulayarak, düşünerek ve bağışlayarak. Ve hiç umutsuzluğa kapılmadan. Her şerden artık bin bin hayır çıkarmayı becererek. Nitekim, beşinci ölçüt açısından, devlet imkanlarının olmadığı, donduğu veya kilitlendiği noktalarda, bazı yerel yönetimlerin, STKların, sade yurttaş inisyatiflerinin son derece umut verici girişimleri başladı bile!