Bu olumlu duruma rağmen şartlar bu kadar muhalefetin lehineyken seçmen değişime direniyorsa başka bir sorun var demektir ve bu sorun, “kaybeden istifa etsin” kolaylığının ötesinde bir derinliğe sahiptir. Seçim bitti. Saç kesilip öne düştü; gördük ki saçımızın renginde önemli bir değişiklik olmamış. Doğanın kanununa aykırı bir durum ama öyle! Kabul ediyorum; koşulların eşit olmadığı bir seçim yaşadık. Sosyal medyada dolaşan pistteki iki adaydan birinin önü otoban gibi açıkken, diğerinin önüne konulmuş pek çok bariyeri anlatan karikatürde olduğu gibi eşitsiz bir yarışta Kılıçdaroğlu’nun ipi göğüslemesi mucize kabilindendi; gerçekleşmedi. Neden olmadı? KILIÇDAROĞLU’NUN HAKKI KILIÇDAROĞLU’NA Pek çok nedeni var ve bu nedenleri enine boyuna konuşmak için daha çok vaktimiz var. Öncelikle hakkını teslim edelim; Kılıçdaroğlu, geceli gündüzlü çalıştı. Bazen “mutfaktan”, bazen ekranlardan ama çoğu zaman halkın içinden seslendi bize. Çabası yetersiz kaldı; çünkü mevcut iktidar, kamunun olanaklarını kendisine avantaj sağlaması için kullandı. Kılıçdaroğlu ise çoğu zaman kamu gücünün engellemeleriyle karşılaştı. İktidarın, Cumhurbaşkanlığının, İletişim Başkanlığının, bakanlıkların ve akla gelebilecek en küçük kamu biriminin dahi bütün olanakları mevcut iktidarın lehine kullanıldığını gördük. Buna rağmen Kılıçdaroğlu’nun kendi olanaklarıyla SMS atmasına dahi izin verilmediğini biliyoruz. Eşitsiz bir yarıştı ve bu yarışı dezavantajlı olanın kazanması için beklemekten daha fazlasını yapmak gerekirdi. Muhalefet, bir hayali satın almakla yetindi; dezavantajı avantaja dönüştürmek için Kılıçdaroğlu’nun çabasına ortak olmadı, potansiyelini kinetiğe dönüştüremedi. Mustafa Sarıgül’ün, “…siz kaybetmediniz. Biz kazandıramadık” paylaşımı, bu ruh hâlinin en çarpıcı fotoğrafıdır. Öte yandan kamunun olanakları kullanılarak başvurulan dezenformasyon yöntemleri öyle etkili oldu ki Kılıçdaroğlu’na meyleden seçmende oluşan tereddüt bertaraf edilemedi. Hepimizin sıklıkla başvurduğu, “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sözü, bir bumeranga dönüşüp muhalefeti vurduğuna tanık olduk. O ana kadar “soğan-patates” pahalılığından şikâyet eden seçmen, bir anda “iha-siha” ezberine dönüşerek, iktidarı tahkim etti. Öyle yabana atılacak bir ezber değil bu ve ucu gelip ideolojik hegemonya kavramına dayanıyor. Daha yüzyıl önce işgal edilmiş bir coğrafya burası ve bu ülkenin sağcısında da- solcusunda da güçlü bir bağımsızlık damarı olduğunu hepimiz biliyoruz. Mesele, bu damarı, yönetip yönlendirmekte düğümlenmişti; onu da elindeki güçlü dezenformasyon ağıyla iktidar yaptı. HEGEMONİK DİL KULLANILARAK, HEGEMONYA KIRILAMAZ İktidar bloku, seçimin başa baş geçeceğine ilişkin kanaate inanmamızı sağladı. Muhalefetin sıkı çalışmasını gevşeten bir kanaatti bu. Hatta o kadar inanıldı ki “ilk turda bitirelim” repliği havada uçuşur oldu. Buna bir de muhalefetin, daha çok 31 Mart yerel seçimlerini hatırlatan “yine baharlar gelecek” türü çiçekli böcekli sloganları arasına serpiştirilen “ben dili”nin olumsuz etkisi de eklendiğinde ortaya çıkan tutarsızlık aleyhte sonuçlandı. Erdoğan’ın dili “ben” üzerine kuruluydu ve bu dilin güçlü bir alıcı kitlesi olduğunu biliyoruz. Kılıçdaroğlu’nun kazanmasıysa bu kitledeki kopuşa bağlıydı. Bu kitledeki kopuşu durduracak iki önemli sorundan biri, gönlünü kazanmak istediğiniz insanların “defolu” kabul ettikleri isimlere gereğinden fazla önem atfedilmesiydi. İkinci sorun ise bütün demokrasi söylemine rağmen sıklıkla “ben” ibaresi kullanarak, Erdoğan’ın diline meşruiyet sağlamaktı.
Önerimdir; muhalefetin “amiral gemisi” konumundaki CHP, ortam bu kadar uygunken, seçimi kaybetme nedenini araştırmak üzere herkese çağrı yapmalıdır. Hem de öyle “dostlar alışverişte görsün” türü araştırmalar değil…
Aklıma, kerevit de denilen tatlı su istakozu geldi. Yan yan yürür kerevitler. Bir saldırı gerçekleştirmek istedikleri vakit hedeflerinin tersine giderler; amaçları, rakiplerinin dikkatini başka tarafa yönlendirmektir. Dikkati dağılan düşman, en zayıf noktasından aldığı darbe ile yenilir. Masal bu ya kerevitin biri yolda karşılaştığı yavrusuna, “o ne biçim yürüyüş” diye çıkışmış. Kerevitin yavrusu da “armut dibine düşer anne” demiş; “sen nasıl yürüyorsan ben de öyle yürüyorum” diyerek terslemiş annesini. Nereden mi aklıma geldi? Birbiriyle benzer sonuçlar veren son üç Cumhurbaşkanlığı seçimine bakınca… 2014 seçimlerine bakalım; o seçimde muhalefet, 38,44+9,76=48,2 almış. Erdoğan ise 51,79 ile kapatmış. 24 Haziran 2018'de, muhalefetin toplamı, % 47,22, Erdoğan'ın oranıysa 52, 59'du. Bugünkü sonuçlar ise muhalefet 47, 91, Erdoğan ise 52,09. Son 5 yıldaki muhalif artış 0,69 kadarmış. Bu mini minnacık artış, Kılıçdaroğlu’nun insanüstü çabasının sonucu gibi görünüyor ama görünen o ki aldığımız yol hepi-topu bir arpa boyu kadar. Demem o ki biz hep 48’imişiz. Öyle böyle değil kararlı, güzel ve umutlu bir 48 ama… İSTİFA KOLAYCILIKTIR, ASIL MESELE, YENİLGİNİN KAYNAĞINA İNEBİLMEKTİR Şartlar bizim lehimize de olsa aleyhimize de olsa ilkelerimizi ısrarla savunuyor ve direniyoruz. Bu olumlu duruma rağmen şartlar bu kadar muhalefetin lehineyken seçmen değişime direniyorsa başka bir sorun var demektir ve bu sorun, “kaybeden istifa etsin” kolaylığının ötesinde bir derinliğe sahiptir. İşin kolayına kaçmadan sorunun kaynağını tespit etmek için yeterince bir zamana sahibiz. Ben sorunun kaynağını, 12 Eylül öncesinden başlayıp, giderek tahkim edilen ideolojik yenilgi ve bu yenilgi sonrası oluşan hegemonik dil ile ilişkilendiriyorum. Meselemiz, bu dil ile birlikte oluşan hegemonik söylemi alt edebilmek ve yeni bir dil oluşturabilmektir. O söylem alt edilmezse seçim kazanmak rastlantılara bağlıdır. Çok mu karamsar bir tabla çiziyorum? Süreç meşakkatli ama yeise kapılmamızı gerektirecek bir şey yok. O halde ne yapılmalı? Önerimdir; muhalefetin “amiral gemisi” konumundaki CHP, ortam bu kadar uygunken, seçimi kaybetme nedenini araştırmak üzere herkese çağrı yapmalıdır. Hem de öyle “dostlar alışverişte görsün” türü araştırmalar değil, duruşuyla, ilkeleriyle bağımsızlıklarını kanıtlamış uzman, araştırmacı ve öğretim üyeleriyle birlikte dört başı mamur bir fotoğraf çekmeli ve o fotoğrafın rehberliğinde geleceğe hazırlanılmalıdır. “Hakkın bize vaat ettiği geleceği” kazanmak istiyorsak, Nazım’ın dizeleştirdiği üzere “akarsu gibi umutlu/ ve buğday tanesi gibi cesur” olma zamanıdır. Umudumuzu tazeleyecek, cesaretimizi artıracak şey, söylem üstünlüğünü kazanmamızı sağlayacak yeni bir dil tutturmak; o dilin bizi karşılaştırdığı gerçek ile yüzleşmek ve o gerçeğin gerektirdiği tarzda örgütlenmektir.