Toplumun en temel talebi, herkesin gözünün içine baka baka kamu olanaklarını suiistimal edenler başta olmak üzere yolsuzluğa, kayırmaya, rüşvete ve nepotizme bulaşanlardan hesabının sorulmasıdır.
Malum, 14 Mayıs, Türkiye için önemli bir gün ve görünen o ki bir çeşit referanduma dönüşmüş bulunuyor. Bu referandumu, kendilerinin getirdiği mülakat sistemini kaldırmayı, kendi çıkardıkları imar affını suç saymayı vaat eden iktidar mı, adaleti ve hakkaniyeti esas alacağını belirten muhalefet mi kazanacak, ona karar vereceğimiz gündür 14 Mayıs.
İktidarın, çok da zorlanmadan elde ettiği “
toplumsal rıza”nın sarsıldığı anlaşılıyor.
Hegemonya yitiminin temel dinamikleri maddidir ama belirtilerini zihinsel reflekslerde görürüz. Sokakta sıklıkla karşılıyoruz bu reflekslerle…
TOPLUMSAL RIZA NEDEN KAYBOLDU?
Sağlam bir ideolojik harca sahip olan iktidarın
“toplumsal rıza”yı kaybetmesi nasıl açıklanabilir?
Pek çok nedeni var ama en temel sarsılma nedeni, yoksullaşmadaki ve işsizlikteki belirgin artış, bu artışa neden olan yolsuzluk ve suiistimalin ayyuka çıkmasıdır. Elbette salgın sırasında beş maskenin dağıtılamaması ve deprem sonrasında müdahalenin gecikmesi gibi hayati meseleler de bu “
rıza”nın yitimine tuz-biber olmuş durumdadır.
Maddi zemindeki sarsılma, mevcut rızanın yitimine; rıza yitimi de aynı zamanda yeni bir rızanın kapsının açılmasına neden olur. O güne dek bir çeşit “
koruma kalkanı” ile kendisini korumaya alan zihinler, fethedilmeye açık hâle gelir. Muhalefet açısından bakıldığında salonların dahi dolmadığı günlerden sokaklara sığmayan kalabalıkların oluştuğu günlere gelinmesine yol açan da bu süreçtir. Toplumsal iknanın başlangıcı da denebilir buna.
İktidarın “
harcı”ndaki
“sıva” döküldükçe kitlelerin “
kalkanını” indirip etrafa bakması doğal hale gelir. Kılıçdaroğlu figürünün de bu noktada devreye girdiğini görüyoruz. Bu yazı yazılırken,
“Alevi” paylaşımının 112.5 milyon kez izlenmiş olması da bunun işaretidir.
Ne istiyor toplum?
Kendi vergilerinden oluşan kamunun olanaklarının, yetkiyi elinde bulunduranlar tarafından hakkaniyetten uzak ve keyfe keder bir biçimde yandaşa dağıtılmasının önüne geçilmesini ve süreçte haksız ve hukuksuz işlemlere imza atanlardan hesap sorulmasını istiyor.
Toplumun en temel talebi, herkesin gözünün içine baka baka kamu olanaklarını suiistimal edenler başta olmak üzere yolsuzluğa, kayırmaya, rüşvete ve nepotizme bulaşanlardan hesabının sorulmasıdır.
Hiçbir edim, yalnız başına yapılamaz; hiçbir suç yalnız başına işlenemez. “Yardım ve yataklık” edeni elbette vardır. Bununla birlikte Türkiye’yi içine itildiği çürümüş ortamdan çekip çıkarabilmek, “ince eleyip sık dokumak” ile mümkün olabilir.
ÇIKMIŞ ÇİVİNİN YERİNE OTURMASI NASIL SAĞLANABİLİR?
Bu kadarla da sınırlı değil elbette; 21 yıllık mevcut iktidarın uygulamaları nedeniyle deyim yerindeyse
“çivisi çıkmış” kamu yönetiminin yerli yerine oturtulmasını da talep ediyor.
Personel alımının hiçbir aşamasında liyakate önem verilmediğini, eşitlik ilkesine uyulmadığını ve şeffaf bir süreç yönetimine başvurulmadığını biliyoruz. “
Mülakat” adı altında, pek çok başarılı gencimizin yerine girmiş oldukları sınavda en düşük notları alanların atandığını da…
Liyakatsiz atamalar sonucu “
yetkili hâle getirilmiş” aparatçiklerin hiçbir ölçü ve standarda uymadan
“ulufe” dağıtır gibi dağıttıkları ihale haberlerini de her gün okuyoruz. Asıl görevi halkın haber alma hakkını yansız, eşit bir biçimde ve hakkaniyetle kullanmak olan TRT gibi kuruluşların içeride kendi çalışanlarına çok daha uygun koşullarda yaptırabilecekleri yapımları yandaşa fahiş rakamlarla vermiş olmalarından tutun da “
beşli çete” olarak adlandırılan şirketlere elde ettirilen haksız kazançlar da görmezden gelinemez. Ankapark örneğinde olduğu gibi halkın vergilerinin har vurulup harman savurulmasının elbette bir yaptırımı olmalıdır.
Hepimiz sık sık vergi affı ve varlık barışı yapılmasının literatürdeki adının kara para aklamak olduğunu bilmiyor muyuz? Her ne kadar adları üst düzey bürokrat olsa da bazı kamu görevlilerinin tanımlanmış gelirlerinin ötesinde mal varlığına sahip olmasının nasıl mümkün olduğunun üstünü “
bunlar Diyanet’i kapatacak” gibi gerçeklerle ilişkisi olmayan bir dezenformasyonla örtülmesine göz mü yumacağız?
A4’e bakmakla yetinen göstermelik denetlemelerle kendilerini temize çektiren “
üst düzey bürokratlar”ı unutmadan, kamu yönetiminin yeniden kamunun çıkarlarına öncelik verecek hâle gelebilmesini sağlamak için arınma şarttır.
Burada olduğumuzu, evrensel nitelikli her hakkı titizlikle savunacağımızı ve daha da önemlisi, adaletin hakkıyla gerçekleşmesini sağlamak için elimizden geleni gösterme zamanındayız. Güzel ülkemizi yalnızlıktan kurtarabilmek içindir çabamız.
ÇÜRÜMÜŞLÜKTEN ARINMAK İÇİN NE YAPILABİLİR?
Arınmanın yolu da iktidardan bağımsızlaştırılmış yargı yolunun açılmasıyla mümkündür.
12 Eylül darbesi ve yakın tarihimizde iz bırakan Ergenekon ve Balyoz davaları gibi kötü örneklerden de biliyoruz ki Türkiye, yargılanma adı altında pek çok travma yaşatan iktidarlara ev sahipliği yapmış bir ülkedir.
Yargılanma, bir hesap verme makamıdır ve 21 yıl boyunca hepimizin gözünün içine baka baka yaptıkları usulsüzlüklere rağmen asla “
burun sürtme” mecrası değildir.
Denebilir ki yolsuzluklar ve suiistimal yapanlar kadar, göz yumanlar, sessiz kalanlar da suçludur. Ünü doğduğu ülkenin sınırları aşmış bir Alman şair ve senarist olan Bertolt Brecht’in “
Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiiri de tersinden de olsa bu önermeyi doğrular.
O şiirde, şöyle bir bölüm var:
Hindistan'ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?”
Doğrudur; hiçbir edim, yalnız başına yapılamaz; hiçbir suç yalnız başına işlenemez. “
Yardım ve yataklık” edeni elbette vardır. Bununla birlikte Türkiye’yi içine itildiği çürümüş ortamdan çekip çıkarabilmek, “
ince eleyip sık dokumak” ile mümkün olabilir.
Olağandışı bir dönemden geçiyoruz ve bu dönemin en ayırt edici tarafı, kıldan ince bir farklılığı dahi tartabilecek ve suçun açığa çıkmasına yardımcı olabilecek unsurlara güven verebilecek, onları işlenen suçu deşifre etme konusunda cesaretlendirebilecek bir adalet mekanizmasına sahip olmaktır. Suçu işleyen ile suça ortak edilmek için zorlananları ayırt edecek adil bir sistem, hepimize iyi gelecektir. Evrensel adalet ilkesi de bunu gerektirir.
Yaşar Kemal’e atfedilen “
o güzel insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” sözü, hep ağırıma gider; hep içimden, “
burasının güzel insanların ülkesi olduğu doğrudur; sonsuzluk alemine uğurladığımız o güzel insanların torunları olmak da gurur vericidir ama bu topraklar hâlâ o güzel insanların ülkesi” demek gelir.
Burada olduğumuzu, evrensel nitelikli her hakkı titizlikle savunacağımızı ve daha da önemlisi, adaletin hakkıyla gerçekleşmesini sağlamak için elimizden geleni gösterme zamanındayız.
Güzel ülkemizi yalnızlıktan kurtarabilmek içindir çabamız.