“Birlik, eşitlik, kardeşlik”, aynı zamanda, Nevruz olarak adlandırdığımız geceyle gündüzün eşit olduğu günün de simgesidir.ALGILARIN YANILMASINI BOZMAK Goebbels öyle bir yanılsama batağıyla toplumun zihnini kuşatmıştı ki Rus ordusu Berlin’e girmek üzereyken dahi Almanlar, ordularının Moskova önlerinde ve zaferin yakın olduğuna inanmışlardı. Biz buna algı yönetimi diyoruz. Öyledir; algınızı kendiniz yönetmez iseniz, başkaları yönetir. Bu nedenle algıyla olgu arasındaki diyalektik bağdır sahici olan ve önünde sonunda bu bağı kuran kazanır. Bununla birlikte olgular ile örtüşmeyen algı yanılsamasını bozmak, tarihsel bir görevdir. Toplumun gerçeğine ayna tutma, gerçekle örtüşmeyen algıları tersyüz etme zamanlarından geçiyoruz ve bu zamanlar aynı zamanda sayılı günler kalan genel seçim zamanıdır. 14 Mayıs akşamı, Türkiye’nin nasıl yönetileceğine dair bir karar vereceğiz. Önümüzde iki temel aks var: Bir tanesi, ağzından çıkanın kural olduğu ve bu özelliği nedeniyle “tek adam” olarak özetlenen yönetme anlayışı; diğeriyse “el elden üstündür” ilkesini benimsemiş ve katılımcılığı ilke edinen anlayış… Son yirmi yıldır, katılımcı yönetim modelinin küçümsendiğini görüyoruz; toplumun zihnini fethedenler, katılımcılığı, “her kafadan bir ses çıkıyor” yaklaşımıyla dışlamak ve böylece herkesi istediği yöne kanalize etmek istiyor. Demokrasi, “her kafadan sesin çıktığı” bir sistem değil; tam tersine bütün seslerin kendisini ifade edebilecekleri bir sistemdir. İnsanlık tarihi, ne kadar felaket yaşamışsa tek seslilik nedeniyle yaşamış ve sonrasında “ortak aklın” egemen olmasını sağlamıştır. KADERİMİZE SAHİP ÇIKALIM Demokratik bir model egemen olursa örneğin depremin yahut selin yol açtığı felaketlerin nedenini araştırmak, olup bitenlere “kader” denilmesinin önüne geçmek mümkün olabilir. Elbette hayatımızın bir doğal akışı var ve buna gündelik dilde kader dendiğini biliyoruz. Ancak öyle anlar yaşanıyor ki o anlar kader olmaktan öte ihmal anlamına geliyor ve bu ihmali sorumluları hiç kuşkusuz yönetenlerdir. Bu nedenle seçimler büyük önem taşımaktadır. Hangisini seçeceğimiz, nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizle doğru orantılıdır. İnsanlık tarihi, esasen, yukarıda dile getirdiğim iki aksın mücadelesinin de tarihidir. Tarihin bu iki aksın mücadelesinden çıkardığı sonuç, “birlik, eşitlik, kardeşlik”tir. “Birlik, eşitlik, kardeşlik”, aynı zamanda, Nevruz olarak adlandırdığımız geceyle gündüzün eşit olduğu günün de simgesidir. Önceki gün Nevruzdu. Nevruz, içinde bizim de bulunduğumuz yakın Asya’nın evrensel nitelikli bayramlarından biridir. Önümüz seçim ve bu ülkenin, Nevruz’u ağız tadıyla bir bayram gibi kutlaması için yeterince potansiyeli bulunuyor. Bize düşen bu potansiyeli açığa çıkarmak ve gündelik hayatımızı yaşanabilir hâle getirecek olanı açığa çıkartmaktır. Kader buysa bunu değiştirebiliriz.
14 Mayıs mesajı: Birlik, eşitlik, kardeşlik
Yüksel Işık
Önümüz seçim ve bu ülkenin, Nevruz’u ağız tadıyla bir bayram gibi kutlaması için yeterince potansiyeli bulunuyor. Bize düşen bu potansiyeli açığa çıkarmak ve gündelik hayatımızı yaşanabilir hâle getirecek olanı açığa çıkartmaktır.
Masalları bilirsiniz; gerçeklerle ilintili olsa da gerçeküstü bir içeriğe sahip olduklarını biliriz. Gerçeküstü öykülerden oluşsa da nihayetinde insanlığın tarihi serüveninden damıtılarak elde edilen her masalın elbet bir maksadı vardır.
La Fontaine’nin yüz yaşına gelen yaşlı kahramanıyla Azrail arasındaki can pazarlığı masalı da kıssadan hisse çıkarmamızı sağlar.
Masal bu ya, “hadi” demiş Azrail, “gidiyorsun”.
“Sen kimsin?” diye sormuş yaşlı adam ve eklemiş; “nereye gidiyorum?”
“Ben” demiş, “Azrail’im ve senin de vaden yetti, onu haber vermeye geldim”.
“İyi de” demiş yaşlı adam, “ben henüz hazır değilim. Hem böyle habersiz olur mu? Vasiyetimi bile hazırlamadım daha”.
“Sen buna haber vermemek mi diyorsun?” diye sormuş Azrail ve devam etmiş; “gözlerine perde indi, doktora gidip açtırdın. Kulağın artık işitmez oldu, gidip pil taktırdın. Kalbe giden damarın tıkandı, baypas oldun. Elin ayağın tutmaz hâle geldi. Dilin damağın eski tatları almaz oldu. Dünya, çoktan çıktı senin olmaktan. Daha nasıl haber verseydim sana?”
HAYATIN HAKKINI VERMEK
Yaşlı adam, diretmiş; “Ama daha yapacak işlerim vardı”.
La Fontaine’nin Azrail’e söylettiği şu sözler, ihtiyaradır ama “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali hepimizedir aynı zamanda.
“Zamanını iyi kullanacaktın ihtiyar. Şimdi uzun etme, düş önüme. Ne devletin ihtiyacı var sana ne de insanların. Zamanı gelince insanın, bir törene gider gibi gitmeli. Üstelik ev sahibine de teşekkür etmeli. Yaşarken hayattın hakkını vermez isen giderken zorlanırsın.”
Gelelim sadede…
“Hayatın hakkını vermek” ne demek?
Bu kavramı anlatmak için en çarpıcı örnek, bugünlerde sonsuzluğa göçüşünün 50. Yılı nedeniyle yad edip, saygıyla andığımız Aşık Veysel’dir.
Daha küçük yaştayken gözlerini çiçek hastalığına veren Aşık Veysel’in doğup büyüdüğü bir dağ köyünden çıkıp, kendisini bütün dünyaya kabul ettirdiği hayattır, hayatın hakkını vermek.
Verirseniz hayatın hakkını; tıpkı Veysel gibi gidersiniz.
Nasıl gitmişti Veysel?
Sormuşlar kendine “-Ölümden korkar mısın?”
Cevabı şu olmuş:
“-Yoo, ne korkacağım, ölüm benim arkadaşım, hiç insan arkadaşından korkar mı?”
Hem bireysel hayatımızda hem de toplumsal ve siyasal hayatta bir yere gelmek nasıl doğalsa gitmek de o kadar doğaldır.
Doğal olmayan, zamanı gelince gitmesini bilmemektir; o süreyi uzatmak için her türlü yola başvurmaktır.
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
Mahkeme tespit etti: Boğaziçi Üniversitesi, mülakatta usulsüzlük yapmış!
MSB kaynakları, Bosna'da görev yapan Türk askerinin pedofili suçunu doğruladı
Adaylık kulisi: 'İktidarı en mutsuz edecek' İmamoğlu-Yavaş formülü
Ahmak davası: AYM’nin İmamoğlu kararı 9 ay sonra Resmi Gazete'de
Otopsi raporu ortaya çıktı: Rojin'in ölüm nedeni belli oldu