Örgütsüzleşmiş, sendikasızlaşmış bir toplumda, zamlara doğal reaksiyonu siyasal muhalefet geliştirmek zorundadır. Bu bir mecburiyettir ve eğer bu reaksiyon geliştirilmezse, muhalif kamuoyu söz konusu ataletin isteksizlik olduğuna hükmedecektir. Hükümetin yeni vergi zamları hakkında çok yazılıp çizildi, değişik yorumlar yapıldı. Mevcut durum içinde bu zamların iktidar cenahında bile ancak -amiyane tabirle- yarım ağız savunulduğunu görüyoruz. Yandaş gazeteciler bile KDV’nin çok yükseltilmediğinden dem vurup veya lafı geçtiğimiz Şubat ayında yaşadığımız depremlerin yarattığı yıkıma getirip lafı geçiştiriyorlar. Hatta AKP cenahı içindeki, Mehmet Şimşek’in bakanlığına zaten pek hevesli olmayan bazı çevrelerde pek alışık olmadığımız türden eleştiriler bile görmek mümkün. İlk haftalardaki büyük öfori havasına rağmen, Şimşek ve kadrosunun işinin kolay olmayacağı açık görünüyor. Öte yandan da gittikçe katmerlenecek bir acı reçete politikasının ilk alametleri görülmeye başladı ve bunun nasıl bir huzursuzluğu tetikleyeceği açık. Muhalif kamuoyunda ise bu zamların yorumu konusunda bir ihtilaf var, daha geniş bir kesim bu zamların muhalefetin doğal tabanı olan orta ve orta üst sınıfları hedeflediğini iddia ediyor, başka bir kesim de bu zamların tüm toplumu hedef aldığını söylüyor. Bu iki yorum da bir anlamda doğru aslında: zira artık toplumda gerçek anlamda bir orta sınıf kalmadığı için orta sınıfı hedeflediği söylenen her şey orta sınıftan daha geniş bir kesimi hedefliyor, tüm toplumu değilse de toplumun en üst ve en altındaki iyice daralmış zümreler hariç eni konu geniş bir kesim bu zamlardan belirgin biçimde etkileniyor. Orta sınıflar genişlemiş ve son yıllarda gerçekten orta sınıf olup olmadıklarını sorgulatacak kadar yoksullaşmıştır. Kırların çözüldüğü, köylü nüfusun -resmi rakamlara göre- yüzde 6,8’lere düştüğü bir Türkiye’de, kent yoksulları zümresinin içine girmeyen her çeşit serbest meslek sahibi, beyaz yakalılar ve onların prekaryalaşmış türevleri, kamu çalışanları ve öğretmenler, sınırı geniş ve belirsiz bir küçük ticaret erbabı ve esnaf tabakasını hep bu orta sınıf içinde değerlendiriyoruz, fakat bunların değişik kültürel profilleri ve ekonomik davranışları üzerine kuşatıcı bir sosyal bilim literatürüne sahip değiliz. Vaktiyle çok üzerinde durulan laik ve İslami orta sınıflar arasındaki farklar da nispeten azalmıştır, orta sınıfların kültür kodlarıyla birbirlerinden farklı kabul edilen bu iki zümresi birçok açıdan benzeşmiştir. Zaten KDV’nin arttığı kalemlere genel hatlarıyla göz atarsak bunların temizlik ürünlerinden beyaz eşyaya kadar kültürel kimlikten bağımsız şekilde herkes tarafından kullanılan nesneler olduğunu görürüz.
"Boş tencere” popülizminden öte, 84 milyon nüfuslu bir milletin böyle amansızca yoksullaşması her siyasi hareketin üzerinde düşünmesi, kendi ideolojisi istikametinde siyasi bir mobilizasyon programı kurgulaması gereken bir toplumsal olgudur.
Türkiye’de geçmişte, ancak en temel işlerde çalışanlara ödenen asgari ücret, bugün -bilhassa özel sektörde- standart maaş hâline gelmiş durumda. Türk-İş’in araştırmasına göre 2023 Mayıs itibariyle Türkiye’de yoksulluk sınırı 33.750,48 lira, bekar çalışanın yaşama maliyeti ise 13.440 lira. Yani toplumun yaklaşık yarısı olan asgari ücretliler korkunç bir yoksulluğa mahkûm edilmiş durumdalar. Emeklinin yoksullaşması ve toplumsal piramitte gittikçe alt kademelere doğru itilmesi de ücretler konusundaki söz konusu yaklaşımın başka bir veçhesidir. “Boş tencere” popülizminden öte, 84 milyon nüfuslu bir milletin böyle amansızca yoksullaşması her siyasi hareketin üzerinde düşünmesi, kendi ideolojisi istikametinde siyasi bir mobilizasyon programı kurgulaması gereken bir toplumsal olgudur. İşin tuhaf tarafı, tam da böyle yaman bir yoksullaşma toplumu tehdit ederken muhalefet partilerinin içine hapsoldukları atalettir. Örgütsüzleşmiş, sendikasızlaşmış bir toplumda, zamlara doğal reaksiyonu siyasal muhalefet geliştirmek zorundadır. Bu bir mecburiyettir ve eğer bu reaksiyon geliştirilmezse, muhalif kamuoyu söz konusu ataletin isteksizlik olduğuna hükmedecektir. Bu yoksullaşma dalgasıyla ne grup toplantısı nutuklarıyla ne de sosyal medyada paylaşılacak mesaj ve videolarla mücadele edilemez. Bu -tek kelimeyle- muazzam bir sorumluluktur ve tam da seçim yenilgisinin ertesinde, yeni, bürokratikleşmiş tavır ve kadrolardan kurtulmuş bir muhalefet böyle bir çabayla hem halk nezdinde itibarını geri kazanacak, hem de yeni bir politik mobilizasyon dalgası başlatabilecektir. Bu muhalefet için de muhalefetteki yenilenmeye önayak olma iddiasındaki lider adayları için de yeni bir siyasi hikâye başlatma imkanıdır. Her köşede yaygınlaşan homurdanma seslerini bir politik meydan okumaya dönüştürmeye cesaret eden lider adayı, toplumsal dönüşümün yeni öznesi olacaktır. Evet, muhalefet içindeki değişimi de Türkiye içindeki değişimi de başlatacak tsunami ancak bu toplumsal huzursuzluğu bir politik projeye dönüştürebilme iradesinden geçer. Muhalif siyasiler mağarada uykuya dalan Yedi Uyurlar misali, yeterince uzun zaman sessiz kalırlarsa her şeyin gelip geçip neticede memleketin felaha kavuşacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Bu uyku olsa olsa “hab-ı gaflet”tir. Ve romantik yurtseverliğimizin babası Namık Kemal’in gür sesiyle uyaralım: “Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletden!”