Totaliter lider açısından esas amaç, kitlenin mutlak itaatini sağlamak ve liderin talebi doğrultusunda harekete geçmesini gerçekleştirmektir.  Bunun için, şu ya da bu içerikten dolayı inanmanın değil salt inanmanın, başka bir deyişle sadece inanmak için inanmanın gerçekleşmesi gerekir. Türkçe’de çok yaygın bir deyimdir “yalandan kim ölmüş”, ama seçim propagandasında iktidarın kullandığı yalanların büyüklüğü acaba bu sefer birileri ölecek mi sorusunu akla getirmiyor değil. Gerçi sorunun cevabını kimse veremez ama gene de insan Cumhurbaşkanı’nın ya da İçişleri Bakanının, vesairenin seçim konuşmalarını izledikçe  düşünmeden edemiyor. Erdoğan, İstanbul Modern’i ziyareti sırasında gençlerin yüzüne karşı “21 yıılık iktidarlarımız döneminde biz bunlar gibi davranmadık. Kimsenin hayat tarzına müdahale etmedik. Ne kadar aykırı olursa olsun hiçbir düşünceyi yasaklamadık. İtibar suikastleri ile rakiplerimizi tasfiye etme yoluna girmedik” demiş. Genç dinleyiciler hapisteki gazeteci ve düşünür sayısını, montajlı videolarla siyasi rakiplere yapılan itibar suikastlerini vb pek bilmiyor olabilirler. Ancak yasaklanan festivalleri, konserleri, şarkıcı Gülşen’e yapılanları, istenen türküyü söylemediği için öldürülen sokak şarkıcısını bildiklerine eminim. Kadın olanları ise kılık kıyafet konusunda yaşadıkları baskıları ve korkuları iyi biliyordur. Kot pantalon giydiği için öldürülen kadınları da... Bu listeyi uzatmaya gerek yok, herkes biliyor ama söylenen yalanların büyüklüğü insanı ister istemez dehşete düşürüyor. Neden böylesine çığırından çıkmış, şirazesi şaşmış, “muazzam” yalanlar ? Çünkü yalan aslında bildiğimiz siyasetin her zaman bir parçasıdır ama bunlar gerçekten farklı, “artık bu kadar da olmaz” dedirten cinsten. Üstelik aynı konuşmada Cumhurbaşkanı sanata ne kadar toleranslı davranıldığını idddia eden ilk cümlelerin ardından hemen muhalif sanatçılara “müsvedde” demeyi de ihmal etmiyor ve tabii iki cümle arasındaki çelişkiyi -fark etmiyor değil- umursamıyor. Neden? Sorunun cevabı totalitarizm çözümlemelerinde bulunabilir. Bu çalışmaların ortaya koyduğu gerçek, totaliter yönetimlerde “yalanın bir hayat tarzı” haline gelmesi. Politik yaşamda yer alanlara, olguları yeniden yazıp kendi çıkarlarına uygun hâle getirmek her zaman çok çekici gelmiş olsa da modern dönem bu konuda daha önce benzeri olmayan bir gelişmeye tanıklık etti.  Burada artık söz konusu olan, olguların kitlesel çapta manipülasyonunu içeren sistemli ve örgütlü yalandır ve çok tehlikelidir. Çünkü “örgütlü yalan, yok saymaya karar verdiği her şeyi ortadan kaldırmaya eğilimlidir; geleneksel ile modern yalan arasındaki fark, çoğu zaman örtbas etmekle yok etmek arasındaki fark”ta yatar.[1] Yalan mekanizması totalitarizmde tarihsel/olgusal gerçekliğin kısmen yok edilmesiyle yetinmez, onun toptan yok edilmesini hedefler. Belirli olgulara düşmanlığın ötesine geçerek olgusallığın yerine, bütünüyle imal edilmiş muazzam bir yalan olan  kendi Hakikatini koymaya çalışır. Hitler’in, yalanın “muazzam” olması gerektiğini savunması, boşuna değildir.
İdeolojik propagandanın dayandığı öncüllerin yanlışlığının ya da doğruluğunun herhangi bir önemi yoktur. Bu öncüller, ideolojinin yarattığı sahte dünyada “kendinden menkul hakikatler”e dönüşürler ve sürekli tekrarlanırlar.
Örgütlü yalanı, devletin her zaman başvurabildiği ve genelde “spesifik sırları kapsayan ve acil durumlarla sınırlı olan” geleneksel yalanlarla karıştırmamak gerekir. Kasıtlı yalanlar bir zamanlar dış düşmana yönelik olarak imal edilirken artık örgütlü yalanın muhatabı biziz. Totaliter rejimde olguların önemi genel biçimde ve sürekli olarak reddedilir, bütün olgular değiştirilebilir ve bütün yalanlar gerçek kılınabilir. Öyle ki insanlar artık deneyimi ve olguları kendi akıllarıyla, bağımsız biçimde anlamlandıramaz olurlar; çünkü yalana dayalı  ideolojik propaganda ve  düşünme biçimi, olgusal hakikati anlama ve değerlendirme yetisinin kaybedilmesine yol açar. Buysa insanların kamusal alanda direnmek için bir araya gelmelerinin önündeki en büyük engeldir, ve zaten iktidarın amacı da  budur. Totaliter ideologlar, küçük ve zayıf insanları, büyüklenme düşlerine kapılabilecekleri bir dünya egemenliği hedefiyle cezbederken her tarafta nefret edilecek ve korkulacak düşmanlar imal ederler . Bunu yaparken olgusal hakikati ve olguların nedenlerini kendi istedikleri gibi değiştirirler, eğip bükerler, bir gün önce savunduklarının ertesi gün tersini savunmakta beis görmezler ve çelişkiyi umursamadıkları için tabii ki bu konuda her hangi bir açıklama yapma zahmetine de girmezler. Nasıl olsa amaçlarının “haklılığı”ve ne olursa olsun iktidarı sürdürmek hedefi, her türlü aracı, manipülasyonu ve yalan imalini mübah kılmaktadır. Önemli olan  “ideoloji”yi, bireylerin bağımsız düşüncelerinin ve ortak duyularının yerine geçirmektir. Ancak bu “ideoloji”nin değişmez bir içeriğe sahip olmadığını, önemli olanın içeriğin istendiği gibi eğilip bükülmesine izin verecek biçimsel tutarlılık ve mantıksallık olduğunu da hatırlamak gerekir. İdeolojinin hizmetindeki şaşaalı gösteriler, mitingler ve sınırsız yalan propaganda, kitlelere belirli bir içeriği kabul ettirmekten çok, sistemin ve liderin kadir-i mutlak olduğunu semboller ve ritüeller aracılığıyla iletmek ve dolayısıyla sisteme muhalefetin anlamsız ve boşuna gayret olduğunu yerleştirmek amacını güder.
Örgütlü yalanla sürekli karşı karşıya olan, olguların her an yok sayıldığına tanıklık eden insanlar bir yerden sonra hakikat ne denli apaçık olursa olsun onun varlığını toptan inkâr etme tutumuna, her şeyden şüphe eden bir tavra girerler: Sürekli yalan, ayağımızın altındaki zemini kaydırır ve onun yerine her hangi bir zeminin geçirilmesine de engel olur.
Totaliter lider açısından esas amaç, kitlenin mutlak itaatini sağlamak ve liderin talebi  doğrultusunda harekete geçmesini gerçekleştirmektir.  Bunun için, şu ya da bu içerikten dolayı inanmanın değil salt inanmanın, başka bir deyişle sadece inanmak için inanmanın gerçekleşmesi gerekir. Bir gün bir şey söyleyip ertesi gün onu reddetmek sorun olmaz; çünkü önemli olan söylenen şeyin içeriği değil, onu kimin söylediği ve dışsal çerçeveye uygunluğudur. Dolayısıyla ideolojik propagandanın dayandığı öncüllerin yanlışlığının ya da doğruluğunun herhangi bir önemi yoktur. Bu öncüller, ideolojinin yarattığı sahte dünyada “kendinden menkul hakikatler”e dönüşürler ve sürekli tekrarlanırlar. Önemli olan “doğru”nun, hakikatin ne olduğu değil, doğruları belirleme hakkına kimin sahip olduğunu kafalara iyice sokmaktır. Başka bir deyişle yapılmak istenen şey, spesifik bir içeriği kabul ettirmekten çok daha derin ve kalıcı bir zihinsel yapılanmayı yerleştirmektir: Sürekli değişen olaylar ve sloganlar yığınıyla koşullandırmanın ötesinde, bugün doğru diye bilinen şeyin ertesi gün yanlış sayılmasının normal kabul edilmesini sağlamak! Örgütlü yalanla sürekli karşı karşıya olan, olguların her an yok sayıldığına tanıklık eden insanlar bir yerden sonra hakikat ne denli apaçık olursa olsun onun varlığını toptan inkâr etme tutumuna, her şeyden şüphe eden bir tavra girerler: Sürekli yalan, ayağımızın altındaki zemini kaydırır ve onun yerine her hangi bir zeminin geçirilmesine de engel olur. Devlet gücünün sahte bir dünya yaratmak ve sürdürmek için kullanılması, dayandığımız her şeyin sarsılmasına ve ayağımızı basacak sağlam bir zeminin kalmamasına yol açar.  Bunun en  tehlikeli politik sonucu ise, birlikte yaşamanın ve eylemenin vazgeçilmezi olan  diğer insanlara ve gerçeğe duyulan temel güveni yok etmesidir. Başka bir deyişle, “yalandan  ölen”in yalanı söyleyen değil, yalanın muhatabı olan yurttaşın direnme ve haysiyetini koruma imkânı olması. [1] [1] Hannah Arendt, “Hakikat/Doğruluk ve Siyaset”, Geçmişle Gelecek Arasında, Seçme Eserler 2, İletişim Yayınları, 1996, s.305;çev. Bahadır Sina Şener.