Müslüman dünya, hâlâ salt mensup oldukları dinin kendilerine verdiği üstünlük ve gurur hissinin, çağdaş dünyanın dengeleri nezdinde tamamen geçersizleştiğini kabullenemiyor. Bunu salt radikal (veya radikal olmayan) bir İslamcılıkla, bir politik projeyle açıklamak da mümkün değil. Geçen haftaya Sümela ve Trabzon gündemiyle başladık. Patrik Bartholomeos I, 15 Ağustos’ta idrak edilen Bakire Meryem’in Uykuya Dalışı (Κοίμηση της Θεοτόκου) gününde Trabzon’daki eski manastırların en muhteşemi olan, Maçka sırtlarındaki Sümela Manastırı’nda ayin yönetti. Bu dinî etkinliğe karşı, -geçtiğimiz haftalarda PolitikYol’a yazdığım yazılarda sıklıkla andığım- aşırı sağ yine teyakkuza geçti. Zafer Partisi, Yeniden Refah Partisi derken, İYİ Parti sözcüsü Prof. Dr. Kürşad Zorlu bile söz konusu ayini hedef alan bir basın açıklaması yaptı. Tepkilerin ortak argümanı 15 Ağustos’un Trabzon’un fetih yıldönümü olduğu ve bu tarihte yapılacak bir dinsel törenin “masum” olmadığı ve gizli amaçlara ve imalara sahip olduğuydu. Oysa Trabzon’un fethi ancak geçen sene “resmen” 15 Ağustos olarak tarihlendi, bundan önce 26 Ekim’de kutlanıyordu. Yani, Eric Hobsbawm’ın kavramsallaştırmasıyla söylersek, -kökü en fazla 1950’lere giden- bir icat edilmiş geleneğin, Rum halkının ve tüm Ortodoks aleminin 2000 senedir kutsal kabul ettiği bir güne takaddüm etmesi bekleniyor. Gerçekten eşi az görülür bir kibir örneği! Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yaşanan krizleri salt jeopolitik veya gündem odaklı değerlendirmek bizi isabetli neticelere götürmez. Hele bu düşmanlığı Yunan Ordusu’nun kısa süren Batı Anadolu işgaliyle (1919-1922) açıklamak tamamen yersizdir. Türk ve Yunan sağı ötekine, salt politik bir program doğrultusunda düşmanlık etmekte değil adeta ontolojik ve izahı zor bir nefret duymakta birbiriyle yarışır. Türk sağı açısından bu nefretin sadece Yunanistan’la veya Rumlarla ilgili bir nefret olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu nefretin en iç katmanında Hristiyanlığa yönelik bir ontolojik düşmanlık yer alır. Aslında en sert çekirdek budur. Yunanlılar veya Rumlar bu nefretten en fazla nasibini alırlar, çünkü (Ermeniler’le birlikte) en yakındaki, en tanıdık ve yakın geçmişte Müslümanların hâkim olduğu bir hiyerarşik ilişkiyi tecrübe etmiş topluluklardır. Üstelik, Türk sağında değişik dönemlerde Almanya veya ABD’ye karşı mevcut olan hayranlık duygusunu uyandıracak, bir askeri veya teknolojik üstünlük hissi de vermezler, bu bakımdan özdeşleşme veya ittifak isteği uyandırmaz, tam tersine, küçümseyici bir düşmanlığa muhatap olurlar. Bu yaklaşımı gerçek anlamda milliyetçilikle açıklamak mümkün değildir, bu ancak toplumsal hafızada tavizsiz bir üstünlük duygusu hissedilen, bir millet-i hâkime ve millet-i mahkume diyalektiği içinde tahayyül edilen bir topluluğa karşı agresif bir adavettir. Yine geçtiğimiz hafta, tam da Türk aşırı sağı Sümela için provokatif bir üslupla patırtı çıkarırken, Türkiye’nin doğusunda bir başka Müslüman ülkede sokaklar Hristiyan avlamak için dolaşan bir ayaktakımı kalabalığına teslim olmuştu. Pencap’ta, Jaranwala şehrinde, kentin Hristiyan azınlığının bir üyesinin Kur’an’a hakaret ettiği şayiasıyla, Müslümanlar sokaklara fırlamış, kiliseleri yakmaya, Hristiyanlara saldırmaya ve evlerini tahrip etmeye başlamıştı. Olaylar haftasonu zorlukla yatıştırılabildi. Pakistan İslam Cumhuriyeti’nde Hristiyanların yaşadığı zulüm, bahsettiğim şekilde bir dedikoduyla veya halkın herhangi bir nedenle “ayranının kabarmasıyla” başlayan pogromlarla yahut İslamcı terör örgütlerinin kiliselerde patlayan bombalarıyla sınırlı değil.
Türkiye’de maalesef çakılacak ilk kibritte gayrimüslimlere saldırmaya kalkacak linç güruhları az değil. Öyle ki 2007’de Malatya’da şehit edilen Hristiyanlar ülkemizde doğru dürüst anılamıyorlar bile.
Ülkede Hristiyanlar resmen ayrımcılık görüyorlar, Müslüman olmaya mecbur ediliyorlar. Daha çocuk yaştaki Hristiyan veya Hindu kızlar kaçırılıp yaşlı Müslümanlarla evlendiriliyor ve böylece Müslüman olmaya zorlanıyorlar. Yine ülkedeki dine hakaret (blasphemy) kanunu Gayrımüslim azınlığın tepesinde Damokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Bu kanun sözkonusu fiili ifa edenler için idam cezasını öngörüyor, Pakistan gibi bir ülkede -sözde bütün dinlere hakareti önlemek için yapılmış- bu yasanın Müslüman olmayanlar için nasıl bir hayati tehdide işaret ettiğini açıklamak için daha fazla söze gerek yok. Daha derinlere iner ve pek çok Müslüman çoğunluklu ülkedeki benzer durumları göz önünde bulundurursak, diyebiliriz ki Müslüman dünya, hâlâ salt mensup oldukları dinin kendilerine verdiği üstünlük ve gurur hissinin, çağdaş dünyanın dengeleri nezdinde tamamen geçersizleştiğini kabullenemiyor. Bunu salt radikal (veya radikal olmayan) bir İslamcılıkla, bir politik projeyle açıklamak da mümkün değil. Burada çok daha içsel bir problem var. Bu problemin kalbinde Müslümanların Müslüman olmayanlarla eşitliği sorunu mevcut. Müslümanlar, tarihselliği tartışmalı eş-şürûtü’l-Ömeriyye’den beri, çoğunluk oldukları toplumlarda gayrimüslimlerin yaptığı evin Müslüman’dan yüksek olamayacağından silah taşıyamayacaklarına ve ata binemeyeceklerine kadar Müslüman olmayanları ikinci sınıf insana indirgeyen bir hiyerarşiyi idealize ettiler. Fakat bu hiyerarşi modernitenin çeliğine çarpıp paramparça oldu. Bugün Müslüman çoğunluklu ülkelerin kolektif psikolojisindeki bütün marazlarda bu yitirilmiş üstünlük ve gurur duygusunun payı vardır. Sümela meselesinde karşılaştığımız provokatif söylemlerle veya geçtiğimiz yıllardan hatırladığımız 6-7 Eylül’lere kadar gitmeye gerek yok- Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan her krizde Patrikhane ve İstanbul’un iyice küçülen Rum cemaatine, Karabağ Savaşı döneminde İstanbul Ermenilerine veya Filistin meselesiyle ilgili herhangi bir olay yaşandığında Yahudi yurttaşlarımıza yaşatılan korku ve dehşet atmosferiyle Pakistan sokaklarında cinnet güruhları arasında o kadar uzun bir mesafe yok. Türkiye’de maalesef çakılacak ilk kibritte gayrimüslimlere saldırmaya kalkacak linç güruhları az değil. Öyle ki 2007’de Malatya’da şehit edilen Hristiyanlar ülkemizde doğru dürüst anılamıyorlar bile. Böyle bir atmosferde bir politikacının, sağcı veya solcu olduğu mühim değil, asgari medeniyet ve insaniyet değerlerine sahip bir kişinin bu tür konularda tehlikeli sonuçlar verebilecek söylemlerden kaçınması gerekiyor. Bu politika değil insanlık meselesidir.