Vilnius zirvesinde, Türkiye dış politikası, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği karşısında terörle mücadelede önemli kazanımlar elde etmiş görünmekte. Ancak bunun karşılığı NATO açısından nedir? Emekli Büyükelçi Fatih Ceylan yazdı. Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaşın beşyüzüncü gününe girildiği bir zaman aralığına tekabül eden 11-12 Temmuz tarihlerinde Litvanya’da düzenlenen NATO Vilnius Liderler Toplantısı öncesinde Zirvede alınması olası kararlara dair Zirve öncesinde küresel çapta sayısız tahmin ve tahliller yapıldı. Zirve sonrasında ise evvelce yapılan öngörülerin gerçeklik testine tâbi tutulduğu ve bu kere alınan kararlarla İttifakı nasıl bir gelecek beklediğine dair gözlemlere odaklanıldığı görüldü. Güncele veya salt günlük gelişmelere göre yapılan birçok analizin, NATO’nun iç işleyiş dinamiklerini, 24 Şubat 2022’de iyice belirginleşen küresel güvenlik ortamındaki kökten dönüşüm sürecini ve Zirve kararlarının arka planını oluşturan bağlamın çok değişkenli özelliklerini gözardı eden dar bir anlayışa oturtulduğu gözlendi. NASIL BİR SÜREÇ? Ocak 2009’da ABD’de Obama işbaşına geldikten sonra ABD’nin küresel siyasete bakışında önemli değişiklikler görülmeye başlandı. Obama Şubat 2009’da ABD-Rusya ilişkilerinde yeni bir sayfa açtığını (reset) açıkladı. Kasım 2009’da ise ABD’nin Pasifik kuşağındaki on iki ülkeyi bir araya getiren Trans Pasifik Ortaklığına (TPP) katılma niyetini açıkladı. Bu çerçevede ABD, iki ayrı kıta için (Avrupa ve Asya-Pasifik) işbirliğine öncelik veren çift kuşağa dayalı bir yaklaşıma yöneldi. Bu iki süreç ne Rusya’nın 2014 Mart’ında Kırım’ı işgal ve ilhakını, ne de Trump yönetimiyle başlayan ve Biden yönetimiyle devam eden ABD-Çin rekabetini önleyebildi. Putin’in 2005’te ‘Sovyetler Birliğinin dağılması 20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketiydi’ söylemi ile 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda tek kutupluluğa, bu bağlamda ABD’nin hegemonik güç olmasına meydan okuyan konuşmasına ve 2008’de patlak veren Rusya-Gürcistan savaşına rağmen 2010 NATO Lizbon Zirvesi’nde kabul edilen belgesinde Rusya, ‘işbirliği yapılması stratejik önem arzeden bir ortak’ olarak tanımlandı. Yapılan tanımlama bu öncelikli ortağın ne 2014’te Ukrayna’yı işgale başlamasını ne de Şubat 2022’de bu ülkeyi ikinci kez işgal girişimini engelledi. Avrupa-Atlantik bölgesinde küresel güvenliği dönüştüren bu gelişmeler olurken Çin, Asya-Pasifik bölgesi başta olmak üzere yükselişini, askerî gücünü de arttırmak suretiyle sürdürdü. 2013 yılından başlayarak Çin, Kuşak-Yol Projesi, ‘Made in China’ Girişimi, Yapay Zekada dünya lideri olma hedefi, Küresel Güvenlik ve Küresel Gelişme Stratejileri gibi iddialı atılımları sahneye sürdü. Avrupa-Ortadoğu-Afrika-Latin Amerika hattında özellikle ekonomik nüfuzunu genişletmeye dönük hamlelere yöneldi. Özellikle Asya-Pasifik’te açık denizlere askeri güç yansıtmaya dönük iddialı bir tutum sergilemeye başladı. Küresel güvenliğin nispi insicamı ve serencamı üç büyük güç arasında filizlenen stratejik çekişme için kusursuz bir fırtına içine girmekte gecikmedi. Temmuz 2023’te düzenlenen NATO Vilnius Zirvesinin arkasındaki bu belirleyici süreçlerin sağlıklı bir okuması yapılmadan münhasıran Zirve’de alınan kararlara odaklanmak eksik ve yanıltıcı olur.
Rusya’nın 2022 Şubat’ından bu yana süren saldırılarının özellikle Avrupa güvenliği için ortaya çıkardığı tehdit karşısında 2002 yılında Prag Zirvesinde hayata geçirilen NATO Mukabele Kuvvetinin () mevcudu 2014’ten sonra 40.000’e çıkarıldı.
NASIL BİR DÖNEM? Şubat 2023’de Rusya Federal Meclisi’nde yaptığı konuşmada Putin, Ukrayna’da sürdürdüğü savaşın bir yandan Rusya için varoluşsal tehdide karşı koyulduğu, diğer yandan bu ‘yerel çatışmayı’ Batının küresel bir çekişme safhasına dönüştürdüğü yolunda kendi içinde tutarsız bir saptama yaptı. Hasılı, Batı dünyası Rus saldırısını ‘kardeşler arası yerel bir çatışma’ şeklinde kabul etseydi Putin ve Rusya için ortada sorun kalmayacaktı. Putin ve destekçisi yönetici oligarkların görmek istemedikleri tablo ise, kendilerine haklılık ve meşruluk vehmetmek suretiyle, özellikle 2014 sonrası dönemde ‘Realpolitik’ (güçler dengesi) bağlamında yeni bir çağın başlamış olmasını yadsımaya dayalıydı. NATO bünyesinde yeni bir çağın açıldığını simgeleyen çalışmaların başında ise 2021 Haziran’ında kabul edilen ile geçen yıl Madrid Zirvesi’nde onaylanan geliyordu. Bu çerçevede NATO için Rusya, doğrudan ve önemli bir tehdit; terörizm ise her tür ve tezahürüyle doğrudan bir asimetrik tehdit olarak tanımlanıyordu. Çin ise, doğrudan askeri bir tehdit olarak değil, önemli bir ortak, ancak ekonomik ve stratejik rakip olarak betimleniyordu. Dolayısıyla tablo, NATO ve üyeleri için açıklık kazanmıştı. İki ana tehdide karşı (Rusya ve terörizm) NATO’nun kuvvet yapılanması ve komuta-kontrol düzenlemelerinin uyarlanması kaçınılmaz hâle gelmişti. Bu durumda Rusya’ya karşı caydırıcılığın temeli ve kapsamının da değiştirilmesi gerekiyordu. Nitekim, genelde sığ görüşler ve ideolojik kalıplara kıstırılmış kamuoyumuzun çok ilgi göstermediği bu alan, NATO Vilnius Zirvesi’ndeki ana kararlar arasında yer buldu. Küresel güvenlik dengeleri 2014’ten bu yana köklü değişimlere uğrarken ABD’nin en büyük rakibine dönüşen Çin de boş durmuyor, 2019’da açıkladığı güvenlik stratejisinde, tam teşekküllü cepheleşme anlayışına dayalı olmasa da, ABD ile Asya-Pasifik başta olmak üzere girdiği stratejik rekabeti kabul ve ilan ediyordu. Bunun üzerine kurgulanmış stratejinin üzerinden fazla geçmeden, ABD’nin Çin’in gücünü çevrelemeye dönük adımları hayata geçirmesine de karşılık olarak, Tayvan Boğazı ile Güney ve Doğu Çin Denizleri’nde gerilimlerin patlak verdiği bir dönem başladı. Bu bağlamda, Avrupa-Atlantik bölgesinde Rusya’nın revizyonist ve saldırgan tutumuyla ortaya çıkan ve sahaya da yansıyan çatışma hattına paralel olarak Asya-Pasifik bölgesinin kuzey (Kore yarımadası) ve güney (Çin-ABD-Bölgedeki Ülkeler) kuşaklarındaki tansiyon bir üst dereceye yükseldi. Bu ortamda Çin de dış politikasında daha güvenlikçi bir eksene yöneldi. Yeni stratejik konsept belgesini geçen yıl onaylayan ve uygulamaya geçiren NATO’nun Vilnius Zirvesinin gündemini belirleyen küresel ortama bağlı olarak alınan kararları, ABD-Rusya-Çin arasında sahada hüküm süren jeopolitik-jeostratejik dönemin özelliklerinden ayrı düşünmenin mümkün olmadığı daha açık hâle geldi.
Her hâl ve kârda yeni ortama uyarlanacak savunma planlaması bünyesinde üst seviyeli (stratejik) savunma planını desteklemek üzere operasyonel seviyede Alan Odaklı savunma planları ile bunların bir alt katmanında üç bölgesel savunma planının geliştirileceği anlaşılıyor.
NASIL BİR NATO KURUMSAL ÇERÇEVESİ? NATO Vilnius Zirvesi öncesinde ağırlıklı olarak İsveç’in NATO üyeliğinin önünün Türkiye (ve Macaristan) tarafından açılıp açılmayacağı ve bir nebze Ukrayna’nın NATO üyeliği için nasıl bir yol izleneceği meselelerine kilitlenen kamuoyumuzu ‘aydınlatmaktan’ sorumlu resmî ve gayrıresmî çevrelerin NATO’nun kurumsal çerçevesi, çalışma kültürü ve karar alma süreçleri konusunda ya eksik ve çarpıtılmış gözlemlere dayalı, ya da salt ideolojik bir bakışa sıkıştırılan bir anlayışı yeniden sahneye sürdükleri görüldü. Örneğin, ‘NATO’nun terör örgütleri listesi’ne atıf yapan emekli subaylarımız oldu. NATO’nun teröre karşı mücadelede, BM veya AB gibi terör örgütleri listesine sahip olmadığı, buna karşılık her bir üyesinin sağladığı istihbari verilere göre hazırlanan, dönemsel olarak güncellenen Müşterek Tehdit Değerlendirmesini ve savunma planlarında yer verilen önlemleri esas aldığını kamuoyumuza açıklıkla anlatmaktan nedense kaçınıldı. Diğer bir kesim ise, NATO’nun Rusya’nın parçalanmasını hedefleyen bir yol izlediğini, Rusya’nın çözülmesi hâlinde Türkiye’nin de dağılacağını iddia etti. Hasılı, ‘hegemon üç güç’ arasındaki rekabetin Türkiye için tabiatıyla sınamaların yanı sıra hangi ölçüde alan açabileceğine-fırsatlar doğurabileceğine odaklanmak yerine Türkiye’nin bütünlüğünü, bölgemizdeki önemli komşu ülkelerden biri olan Rusya’nın geleceğine endeksleyen bir anlayış ortaya konuldu. Böylece NATO’ya olduğu kadar Rus yönetici sınıfına da ‘ayar verildi’, kişisel egolar tatmin edildi. Rusya’nın 2022 Şubat’ından bu yana süren saldırılarının özellikle Avrupa güvenliği için ortaya çıkardığı tehdit karşısında 2002 yılında Prag Zirvesinde hayata geçirilen NATO Mukabele Kuvvetinin () mevcudu 2014’ten sonra 40.000’e çıkarıldı. Bünyesinde ‘Çok Yüksek Hazırlıklı Müşterek Görev Gücü’ (VJTF) de bulunan NMK’nın mevcudunun Vilnius’ta alınan kararla 300.000’e yükseltilmesi NATO kuvvet yapısında ve caydırıcılık-savunma yeteneğinde ciddi bir dönüşüme işaret ediyor. NATO karmaşık, çatışmalı ve öngörülebilirlikten uzak bir güvenlik ortamıyla karşı karşıya bulunuyor. Bu çerçevede Vilnius Zirvesinde NATO, caydırıcılık ve savunma alanında mukabele kabiliyetini güçlendirilmiş ileri savunma, İttifakın doğusunda sayıca artırılmış ileride konuşlu ve tercihan tugay düzeyinde olması hedeflenen muharebe grupları ve yüksek hazırlık düzeyindeki kuvvetlerle artırma kararı almıştır. Bu şekilde tüm müttefiklerin kara, hava, deniz (satıh üstü ve satıh altı), siber alan ve uzayda savunulması hedeflenmektedir. Amaç geçen yıl kabul edilen stratejik konsept belgesinde tehdit olarak ilan edilen Rusya ve terörizme karşı caydırıcılık ve savunmanın perçinlenmesidir. Bu bağlamda, İttifakın mevcut savunma planları, kuvvetlerin her bir müttefikin savunmasına önceden tahsis edilmesiyle ve daha fazla sayıda kuvvetin yüksek hazırlıkta bulundurulmasıyla daha sağlam bir temele oturtulmak istenmektedir. Zirvede, Türkiye’nin öncelikli meseleleri arasında bulunan terörün her tür ve tezahürüyle mücadele bağlamında bugüne kadar sağlanan ilerleme gözden geçirilmiş, bundan sonraki süreçte müttefik ülkelerce terör tehdidine karşı yürütülecek mücadele çerçevesinde istihbarat paylaşımı ve NATO’nun ortağı olan ülkelere destek verilmesi dahil, kararlılık ve dayanışma içinde bulunulması gereği Zirve vesilesiyle yeniden teyid edilmiştir.
Bu yılki mutabakatta Türkiye-İsveç arasında teröre karşı mücadelede ikili çerçevede bir Güvenlik Sözleşmesi (Security Compact) üzerinde anlaşılması artı bir puan oluşturuyor.
NATO’nun korumaktan sorumlu olduğu bölgede yapılacak bu denli yüksek bir askeri yığınaklanmanın bugünden yarına gerçekleşmeyeceği esasen biliniyor. Diğer yandan, bu derecede yüksek bir hedef düzeyinin ortaya konması kuvvet tertiplenmesi bağlamında ciddi bir dönüşümün başlatıldığını gösteriyor. Dönüşüm sürecinde kuvvet yapılanmasındaki yeniden tertiplenmenin komuta-kontrol yapı ve düzenlemelerini de etkilememesi mümkün değil. Dolayısıyla, mevcut komuta-kontrol yapılarının işlevlerinin gözden geçirilmesine yol açacak bir uğraş kulvarına girilmesi beklenebilir. Yeni güvenlik çağında Avrupa-Atlantik bölgesinin savunmasında NATO’nun caydırıcılık işlevinin de yeniden tanımlanması üzerinde durulan konulardan biridir. Bunu kimi uzmanlar, hasım gücü (Rusya) ‘cezalandırmaya dayalı caydırıcılıktan’, bu güce karşı ‘bölge erişim kısıtlamasını hedefleyen caydırıcılığa’ geçiş olarak tanımlıyor. Bu gözlemde bir ölçüde haklılık payı bulunmakla birlikte caydırıcılığın, belirsizlik özelliğinin yanı sıra diğer bileşenleri arasında ortadaki duruma bağlı olarak gerek cezalandırma (punishment), gerek erişim kısıtlaması (denial) bulunduğunu anımsamak gerekiyor. Ayrıca, geçmişteki savunma planlarında olası bir hasma karşı ileriden ve kademeli bir savunma doktrinine NATO’nun aşina olduğu da not edilmelidir. Her hâl ve kârda yeni ortama uyarlanacak savunma planlaması bünyesinde üst seviyeli (stratejik) savunma planını desteklemek üzere operasyonel seviyede Alan Odaklı savunma planları ile bunların bir alt katmanında üç bölgesel savunma planının geliştirileceği anlaşılıyor. Vilnius Zirvesi, NATO’nun gelecekteki kuvvet-komuta-kontrol yapı ve işlevlerini önemli çapta dönüştürmeye yönelik kararlara sahne oldu. Diğer yandan, bu kararlar bir sonu değil, yeni bir başlangıcı oluşturuyor. Dolayısıyla, her üyenin kendini buna göre uyarlayacak bir yol izlemesi gerekiyor. Ortaya çıkan tablo, NATO’ya tahsis edilecek kuvvetlerle ilgili ulusal hareket serbestisinin, Soğuk Savaş ertesinde olduğundan farklı olarak, yeni dönemde kısıtlanacağına işaret ediyor. Bu bağlamda, NATO görevleri için kuvvet belirlemesinde ilerleyen dönemde daha özenli ve hassas olunmasında yarar bulunuyor. Tahsis edilecek kuvvetlerin, olası bir çatışma durumunda, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, ulusal komuta kademesinin dışında, diğer bir anlatımla, NATO komuta-kontrol zincirine bağlı olarak kullanılması durumunun baştan etraflıca hesaplanması gerekiyor.
Sonuçta 2022 Zirvesinin hemen öncesinde Türkiye-İsveç-Finlandiya arasında Üçlü Mutabakat Metni imzalandı. Bu metinle birlikte Türkiye’nin terörle mücadelede her iki aday ülkeden olan meşru beklentilerinin karşılanmasına dönük bir süreç başladı.
VİLNİUS’TA TÜRKİYE Geçen yılki Madrid Zirvesi’den bu yana Türkiye’nin, Ukrayna’da süren Rus saldırgan tutumu karşısında tehdit algısı kökten değişen Finlandiya ve İsveç’in İttifaka üyeliği bahsine kilitlendiğine tanıklık ettik. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen yıl mayıs ayında Türkiye aleyhine faaliyetleri bulunan terör gruplarına gösterdikleri müsamaha dolayısıyla söz konusu iki ülkenin NATO üyeliğine olumlu bakmadığını kamuoyuna açık bir beyanla dile getirmesiyle birlikte Madrid Zirvesi öncesinde keskin görüntülü ve ağır gürültülü bir perde açıldı. Sonuçta 2022 Zirvesinin hemen öncesinde Türkiye-İsveç-Finlandiya arasında imzalandı. Bu metinle birlikte Türkiye’nin terörle mücadelede her iki aday ülkeden olan meşru beklentilerinin karşılanmasına dönük bir süreç başladı. O dönemde de mesele İsveç ve Finlandiya’dan olan taleplerin bu denli aleni yollardan mı, yoksa diplomatik geleneklere daha uygun kanallardan mı yapılması gerektiğinde düğümlendi. Nisan 2023’te Meclisin Finlandiya’nın NATO’ya katılım protokolünü onaylamasıyla Vilnius Zirvesi öncesinde İsveç’in üyeliğine ilişkin olarak Türkiye’nin alacağı tutum içeride ve dışarıda mercek altına alındı. Türkiye’deki seçim havasının da etkisiyle İsveç’in üyelik meselesi yine yüksek perdeden beyanlarla ve Avrupa ayağı bir tarafa özellikle Türk-Amerikan ilişkilerindeki bir dizi çözüm bekleyen sınamaların (F 16’ların tedariki, S 400 krizi, F 35 projesinin Türkiye bakımından akıbeti gibi) da sürüyor olması dolayısıyla NATO yine hedef tahtasına oturtuldu. Geçen yıl olduğu gibi Vilnius Zirvesi öncesinde de Türkiye’nin NATO’dan çıkmasının gündeme alınmasını öneren siyasi parti liderlerine de rastlandı. Bu yılın başından itibaren İsveç makamlarının, Finlandiya’nın izlediği yolun aksine, Türk kamuoyunu infiale sürükleyeceği açık olan kışkırtıcı eylemlere karşı gerekli tedbirleri almaması kamuoyunda doğal olarak tepki ve belirsizlik doğurdu. Türk kamuoyunun ve medya organlarının belli kesimleri Vilnius’ta Türkiye ile NATO müttefikleri arasında gerilim dolu sahnelere hazırlanmışken bekledikleri olmadı. Türkiye ve İsveç, NATO Genel Sekreterinin de katılımıyla Zirve öncesi düzenlenen üçlü toplantıda anlaşmaya vardıklarını bir duyurdular.
Bugünkü mevcut iç koşullar değişmedikçe Türkiye’nin AB üyelik süreci yine uzun, ince ve sancılı bir yola sahne olacaktır. Engebelerle dolu bu yolu kısaltmanın ana koşulu, Türkiye’nin içeride demokrasi, özgürlükler ve hukuk devleti alanlarında atması gerekli adımlara ve AB’nin Türkiye için yenilenmiş bir vizyon geliştirmesine bağlıdır.
Basın açıklamasında yer alan paragrafların önemlice bir bölümünün geçen yılki Üçlü Mutabakat Metnindeki hususların yinelenmesinden oluştuğu görülüyor. Diğer yandan, bu yılki mutabakatta Türkiye-İsveç arasında teröre karşı mücadelede ikili çerçevede bir Güvenlik Sözleşmesi (Security Compact) üzerinde anlaşılması artı bir puan oluşturuyor. Bu bağlamda, İsveç NATO üyesi olduğunda, üye olmadan önce üstlendiği terörle mücadeleye dönük ikili çerçevedeki taahhütlerine NATO bünyesindeki çok taraflı yükümlülükler de eklenmiş olacaktır. Bu itibarla, Türkiye’nin eline gerektiğinde İsveç’e karşı kullanabileceği ilave kaldıraçlar da geçecektir. Meselenin, NATO müktesebatından kaynaklanan bu yönünü irdeleyen analizlere ise rastlanmamaktadır. Açıklamada, Genel Sekreterin İttifak içinde eşgüdümü sağlamak üzere ilk kez Terörle Mücadele Koordinatörü atayacağını açıklamış olması da anlamı abartılmamak kaydıyla, olumlu bir gelişme olarak addedilebilir. Geçmiş tecrübeler ve örnekler, Genel Sekretere bağlı olarak görev yapan koordinatörlerin İttifak içindeki etki alanlarının sınırlı kaldığını ortaya koymuştur. Bu seferki atamanın, gerçekçiliği elden bırakmamak kaydıyla, daha farklı bir tablo ortaya çıkarması umulur. Türkiye’deki kimi gözlemciler, açıklamanın beşinci maddesinde müttefikler arası savunma ticareti ve yatırımlarındaki kısıtlamalar, engeller ve yaptırımların kaldırılması ilkesine bağlı kalınacağının vurgulanmış olmasını öne çıkarıyorlar. Bu ilkenin 2021 yılında NATO liderlerince onaylanan NATO 2030 Raporu’nda ve bunu takip eden bildirilerde yer aldığını anımsamak gerekiyor. Dolayısıyla, Türkiye açısından pratiğe ne ölçüde yansıdığı sorgulanmaya açık olsa da müttefikler arası bu tür kısıtlama ve yaptırımların kaldırılması yönündeki ilke Vilnius Basın Açıklaması vasıtasıyla ilk kez NATO’nun gündemine gelmiyor. İsveç’in, Vilnius Zirvesi vesilesiyle Türkiye’nin AB’ye adaylık sürecine aktif destek vermeyi üstlenmesini olumlu bir unsur olarak görmek mümkündür. İsveç bu desteği elbette kendi gücü ve çapında verebilir. Diğer yandan, Türkiye’nin AB adaylığının ilerletilmesinin yolunun NATO’dan geçmeyeceği, yapısı ve karar alma süreçleri başka temellere dayalı olan AB’nin mahiyeti ayrı bir teşkilat olduğu gerçeği görülmelidir. Bugünkü mevcut iç koşullar değişmedikçe Türkiye’nin AB üyelik süreci yine uzun, ince ve sancılı bir yola sahne olacaktır. Engebelerle dolu bu yolu kısaltmanın ana koşulu, Türkiye’nin içeride demokrasi, özgürlükler ve hukuk devleti alanlarında atması gerekli adımlara ve AB’nin Türkiye için yenilenmiş bir vizyon geliştirmesine bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, İsveç’in henüz tamamlanmamış NATO üyeliğini vesile addederek kendisinin AB üyeliğini öne çıkarmak yerine, geçen yıl imzalanan Üçlü Mutabakat Metninde esasen yer alan Türkiye’nin, AB’nin Daimi Yapılandırılmış İşbirliği (PESCO) projelerine kendi güvenlik-savunma çıkar ve öncelikleri doğrultusunda katılmaya öncelik veren bir yaklaşıma ivme ve içerik kazandırmaya yönelmelidir. Bu noktadan hareketle ilk aşamada, Türkiye’deki resmî çevreler ile kamuoyu önderleri, düşünce kuruluşları ve akademi dünyasının, ekonominin her geçen gün tepetaklak gittiği, dolayıyla sıcak para ve doğrudan yabancı yatırımı arayışı içinde bulunulduğu bir dönemde ‘Vilnius’tan zafer çıkardık’ nidalarıyla yine üst perdeden bir çizgi izlemek yerine bu özgün alana odaklı somut öneriler ortaya koymaları ve bunu her düzeyde izlemeleri yeğlenmelidir.