Her şeye rağmen umutsuz değiliz, topluluklardaki bu durum ruhsal ve zihinsel etkinliklere başvurarak ve sistematik bir yeniden eğitim süreciyle onarılabilir. İnsanların kendilerini tanımaları ve sevmeleri ön koşuluyla başlandıkça kolaylaşacaktır. Bunun batı toplumlarında daha kolay olmasınınsa sebepleri incelenmeye muhtaçtır. Yaşar Kemal’i çok severim, kim sevmez ki? Yazdığı eserler edebiyatın dışına taşmış, su gibi hava gibi topraklarımızda yaşayan herkesçe benimsenen, gereksinim duyulan parçalarımıza dönüşmüştür. Bir sözünde der ki: “Bu ülkede dört şey olmayacaksın; kadın, çocuk, ağaç ve hayvan!” Ülkemizde, topraklarımızda yaşamayı seven ve tercih eden bizler de sık sık böyle düşünmüyor muyuz? Bunu kabul edip çözüm bulmamız gereken gerçeklerden olduğunu biliyoruz. Bugün Elif Hanım geldi muayene olmaya. Oğlunu, Ali’yi görmeye gitmiş hafta sonu, onu anlattı. Ali şimdi 7 yaşında. Elif Hanım ve oğluyla yıllar önce tanışmış ve film senaryolarını aratmayan şeyler yaşamıştık. Annesi Ali daha 9 aylıkken muayeneye getirmeye başlamıştı. Bebeğinin kulağının ağrıdığını, aktığını, ateşinin yükseldiğini ve tüm gece ağladığını söylüyordu. Gayet ilgili olan Elif Hanım her seferinde, derecelerle evde ateş takibi yapıp, verdiği ilaçları not etmiş olarak geliyordu. Böyle ilgili ve dikkatli bir ebeveyn olduğu için takdir ediyordum. Ancak Ali bir türlü iyileşmiyordu. Tedavi veriyordum, kontrolde iyileşmiş olduğu halde 1 ay dolmadan tekrar kulağının ağrıdığı, geçmeyen ateşi olduğu şikayetleriyle ve elinde çizelgelerle annesi tarafından getiriliyordu. 1 yaşına geldiğinde Ali ve annesinin ayda en az 3 başvurusu olduğunu fark ettim. Sağlık kayıtlarına baktığımda, benim dışımda da her ay 3 muayenesi olduğunu gördüm ve her seferinde farklı bir hastanenin farklı bir çocuk doktoruna başvurmuşlardı. Bunu ilk fark ettiğimde inanamadım. İyileştiğini söylediğim ve tedavisinin bittiği günlerin hemen sonraki günlerde de her seferinde hastanelere götürülmüştü. Ebeveynliğini takdir ettiğim ve çocuğu için yaşadığı endişeleri paylaşıp destek olmaya çalıştığım Elif Hanım’ın çocuğunun hasta oluşlarının bizzat sebebi olduğunu anlamamız 6 ayımızı aldı. Sonrasında Ali’nin kulağına çeşitli maddeler damlatıp zarar verdiğini ve bunun anlaşılmaması için farklı hastanelere başvurduğu ortaya çıktı. Gerekli süreçler başladı ve Ali koruma altına alındı. Ama hikaye burada bitti mi? Bitebilir mi? Afili bir adı olan “Munchausen By Proxy Sendromu” popüler kültürde özellikle sinemada bolca kullanılan ve pek çok yönü olan acı bir hastalıktır. Annesi tarafından hasta edilen, bunun için bazen ilaç, bazen zehirli maddeler vermeye kadar varan şekillerde, anne çocuğunu hasta eder. Sonrasında endişeli ve ilgili tavırlarla tedavi sürecini başlatır. Bu tekrarlar durur. Bu durumun tespit edilmesi genelde uzun zaman alır. Ancak tespit edildiğinde, annelerde genelde yaşanan bu durum, bir çocuk istismarı şekli olduğundan adli süreçler de tıbbi süreçlerle beraber devam eder. O mesleki ayrıntıları bir yana bırakırsak, aklımdaki soru şu: Elif Hanım, bu durumun sadece faili midir?
Güç sahibi olan, nispeten güçsüz olanı incitmeye muktedir hissetmektedir. Bu bağlamda, anne çocuğuna, çocuk sokaktaki kediye ve tüm toplum doğaya zarar verirken gerekçelendirdiği sürece, bunu yapmakta haklı hatta hak sahibi olduğunu iddia edebiliyor. Bu çark birbirini ve mutlak mutsuzluğu besleyip duruyor.
Bence onları birbirine bağlayan en önemli şey mağduriyetleriydi. Annesi “güçlü olan” gibi görünse de, bu sadece görüntüydü. Çocuğuna ne kadar ilgili bir anne olduğunu ispatlayarak, varlığına anlam ve değer kazandırıp saygı görmeye çalışıyordu. Bu süreçte, başta eşinden olmak üzere, daha önce görmediği ilgi ve takdiri toplamaya çalışıyordu. Yani nihayet artık değerli ve güçlüydü! Yüzeyde kolayca gözden kaçabilecek bir yalan ve altında aklın alamayacağı bir acı gerçek vardı ama artık Elif Hanım “iyi anne” idi. Toplumumuzda kadınların saygı ve sevgi alacaklısı olmaları için hiçbir zaman sadece var olmaları yeterli olmamıştır. Ek olarak ya güzel, ya başarılı, ya akıllı-uslu ve hatta hepsi bir arada olmaları ön koşulları vardır. Sosyoekonomik koşulları gayet iyi kişilerde de genelde bunun sadece “ifade edilmeyen şekli” mevcuttur. Çünkü sevginin baskın olmadığı topluluklarda, insan ilişkilerini belirleyen sadece güçtür. Güç için para, mevki, toplumsal hassasiyetleri kullanabilirlik yetisinin yanı sıra sadece erkek cinsiyet de bazen yeterlidir. Kadın ve çocuk saygıyı hak etmek için emek vermeliyken, erkek genelde kayıtsız şartsız hak ettiğine inanır. Teknolojik olarak evrimlerden evrimler beğenen günümüz dünyasının getirdiği sınırsız olanaklar da zayıflama, estetik operasyon vb sunumlarla bu koşulları besliyor. İşte bu yüzden, büyük ustanın dediği gibi, bizim gibi topluluklarda “kadın, çocuk, hayvan ve ağaç” olmak zordur… Güç sahibi olan, nispeten güçsüz olanı incitmeye muktedir hissetmektedir. Bu bağlamda, anne çocuğuna, çocuk sokaktaki kediye ve tüm toplum doğaya zarar verirken gerekçelendirdiği sürece, bunu yapmakta haklı hatta hak sahibi olduğunu iddia edebiliyor. Bu çark birbirini ve mutlak mutsuzluğu besleyip duruyor. Her şeye rağmen umutsuz değiliz, topluluklardaki bu durum ruhsal ve zihinsel etkinliklere başvurarak ve sistematik bir yeniden eğitim süreciyle onarılabilir. İnsanların kendilerini tanımaları ve sevmeleri ön koşuluyla başlandıkça kolaylaşacaktır. Bunun batı toplumlarında daha kolay olmasınınsa sebepleri incelenmeye muhtaçtır. Bir yerde okumuştum; “toplum zenginse, bireylerin elleriyle çalışmalarına el emeklerini satmalarına gerek yoktur; kendilerini zihin ve ruh etkinliklerine adayabilirler” diyordu. Bizim toplumumuzda en kabul gören kişilerin bile fiziksel zorluklar altında çalıştığını fark ediyoruz değil mi? Batı toplumları gittikçe daha mutlu kadın çocuk toplum emeline ulaşmaya gayret ederken, ihtiyaç duyduğu “fiziksel zorluklarla üretilen iş gücü”nü mesela doktorluğu da bizim gibi topluluklardan devşirerek gideriyordu. Gücün değil sevginin, hükmetmenin değil beraber yürümenin, bireyin değil toplumun huzurunun öncelendiği günlere ulaşabilmek umuduyla… Umut hep var!