Direniş, anlam içeriğini eylemde bulan bir kavramdır. Direnişler kişisel varoluş alanlarımızın yerine toplumsal varoluş alanlarımıza öncelik tanımamızla başlar. Çünkü, kişisel yaşam alanları içindeki romantik varoluşlarımız direnişin ve devrimin intihar alanlarıdır. Direnmek için kişisel varoluşlarımızı, toplumsal varoluşlarımızla ikame etmek zorundayız. Faşist zihniyet yüz yılı aşkın geçmişi boyunca çok yol kat etti. Günümüzdeki neo-faşist zihniyet, bu yüzyılın başlarından itibaren demokratik-faşizm denen bir personayla hareket etme becerilerini çok geliştirdi. Bu yüzden direniş, eylem gibi düşünceleri gündem dışı tutmayı her zamankinden daha iyi başarabiliyor. Nitekim ülkemizde muhalefeti daima ılımlı, söz dinleyen ve sokağa çıkmayan bir politik yapıya dönüştürmede bu düşünsel evrimden ne denli beslenildiği çok açıktır. İşte şimdi tam da bu zihniyetle mücadele etme zamanıdır, tam da bu zihniyetin var ettiği sandık demokrasisi kültüründen uzaklaşma ve demokrasiyi her alanda, her durumda ve her koşulda ayağa kaldırma zamanıdır. Bu ülke, derviş, tekke ve tarikatların ülkesi değildir; hiç olmamıştır, olmasına da hiçbir şekilde seyirci kalmayacağız. Yüz yıl önce bu cumhuriyetin nasıl kurulduğunu unutuyoruz. Bir kurtuluşun üzerine nasıl bir devrim inşa edildiğini unutuyoruz. Bu devrimin bu ülkeyi nasıl var ettiğini unutuyoruz. Elde edilen haklara, kullandığımız, yaşadığımız değerlere rağmen unutuyoruz. Kendimize rağmen unutuyoruz! Bugünümüzde sanki böyle bir devrim hiç olmamış gibi, bu ülke hiç kurtarılmamış, hiçbir değer üretilmemiş gibi kültürel olarak, hukuki olarak yüz yıl öncesinden bile gerilere gidiyoruz! Ülke yönetimine bakın, iktidarıyla, muhalefetiyle her birine tek tek bakın; cumhuriyetin yüzüncü yılına ilişkin ne diyor bu politik aktörler: hiçbir şey! Aksine laik, demokratik cumhuriyetin değerlerine her gün saldırılıyor artık. Neo-faşist, köktendinci sesler her gün yükseliyor. Köktendinci kesimler, tekkeler, zaviyeler, tarikatlar artık kendi mikro çevrelerine yönelik konuşmalar yapmıyor. Konuşmalarını yaptıkları kürsülerinin önünde oturanlara seslenmiyorlar hiç. Kendi müritlerine hitap etmiyorlar. Artık kimseyi ikna etmeye de çalışmıyorlar. Açık, açık görülmemiş bir cüretle gözdağı veriyorlar etrafa! Peki kime gözdağı veriyorlar, bu cumhuriyetin kurucu değerlerine sahip çıkanlara mı, sol, sosyalist kesimlere mi, feministlere mi, veganlara mı, hak savunucularına mı… hayır, yalnızca bu insanlara değil kendileri dışındaki her kesime, her düşünceye, her yaşam tarzına, her insana gözdağı veriyorlar artık. İktidar ve şürekası ülke genelindeki tüm yurttaşlar arasında bir düşmanlık ilişkisi kurmayı başardı, üstelik ilkesiz bir düşmanlık ilişkisi bu. Cehaletin her türü kullanıma sokulmuş durumda. Şiddetin her türü meşrulaştırılıyor, hakların gaspı normalleştirilip cumhuriyetin değerlerine ilişkin ne varsa tek tek katlediliyor. Politikayı kendi profili üzerine inşa eden bir cumhurbaşkanı ve ülke kaynaklarının kullanımını tümüyle bu kişiye devreden kitlesel bir çoğunluk zamanındayız şimdi. Muhafazakâr kalıplar üzerine yürütülen bir toplum mühendisliği müthiş bir sonuç verdi: köktendinci oluşumlar cumhuriyet rejimi öncesinde bile olmadığı kadar güçlenmiş hâlde artık. Yandaş olma özgürlüğü dışında hiçbir özgürlük alanının bırakılmadığı sıfır yasalı bir rejime dönüştürüldü cumhuriyetimiz. Bir bakıma hâlen tam olarak bir diktatörlük içinde yaşamıyoruz ama bir diktatörlüğün çıraklık dönemini yaşadığımız çok açık… Başka türlü düşünme ve başka türlü yaşama biçimlerinin hemen hemen tümüyle etkisiz hâle getirildiği, her gerçek muhalif sesin susturulduğu ya da hapsedildiği ve her fırsatta cehaletin palazlandırılıp tehdit dilinin meşrulaştırıldığı bir yüzüncü yılını kutlamak üzere olan bir cumhuriyet: Türkiye Cumhuriyeti... 2023 yılının içindeyiz. Cumhuriyetin yüzüncü yılının içinde. Ve yüzüncü yılındaki bir cumhuriyet, bir devrim, iktidar eliyle köktendinci, neo-faşist bir dünyanın içinde boğulmak üzere. Gayet bilinçli, gayet ısrarlı ve gayet cüretli yürütülen bir gericilik operasyonu Türkiye’yi, ülkemizi, bir takım büyük ülkelerin ya da uluslararası büyük şirketlerin bir uydusu ve bir avuç oligarkın akşam yemeğine çevirmek üzere. Laik, demokratik cumhuriyet, köktendincilerin giderek artan güçlerinin altında diz çökmeye zorlanıyor. Ülkemizde nasıl bir politik katliam yaşandığını her birimiz görüyoruz artık. Neoliberal ve neo-faşist zihniyetler cumhuriyete ve cumhuriyetin değerlerine tek tek suikast düzenliyor.
Laik, demokratik cumhuriyet, köktendincilerin giderek artan güçlerinin altında diz çökmeye zorlanıyor. Ülkemizde nasıl bir politik katliam yaşandığını her birimiz görüyoruz artık. Neoliberal ve neo-faşist zihniyetler cumhuriyete ve cumhuriyetin değerlerine tek tek suikast düzenliyor.
Bilhassa son on yıl içinde cumhuriyetin özgürleştirici esaslarının kökleri bir bir kazınıp sökülüp atıldı, ülkenin devrimci dalları bir bir kesildi, her seçim sonrasında köktendinci zihniyetler ülke yönetimini daha bir ele geçirdi. Giderek faşizan bir yapıya dönüşen iktidar her seçim sonrasında güçlendi, güçlenmeye devam etti. Ve her güç kazanışında politik olan her alanı daha bir kontrol altına aldı. Önce sokakları politik mekânlar olmaktan çıkardı, sonra başlı başına rejimi değiştirerek devrimin gözbebeği olan meclisin elini kolunu bağladı, yasa tanımazlığı bir yönetim biçimine dönüştürdü ve şimdi, bugünümüzde son noktaya geldi artık; anayasayı devreden çıkarma noktasına. Artık özgürleştirici anayasal sütunlar da bir bir yıkılıyor, yıkılmaya çalışılıyor. Hâl böyleyken, bugün itibariyle bir tehlikenin öncesinde değil tehlikenin içinde yaşadığımızı fark etmeyenler var hâlâ! Ve en acısı, devrime sırtını dönen kurucu parti bütün meziyetlerini kaybetmiş bir hâlde sözde laik, sözde demokrat, sözde cumhuriyetçi isimlerle kurtuluş üzerine kafa yoruyor. Son seçim sürecinde açık bir şekilde görüldü ki, ortada anayasal çerçevede blok oluşturabilen bir muhalefet örgütlenmesi bile sağlanamamış durumda. Blok yapıyormuş gibi davrandığını sanan bir genel başkanlar çeşnisi kondu önümüze ve son yirmi yıl içinde her zamankinden çok daha mobilize olan tabanlarına rağmen bir türlü muhalif söylemi geliştirmeyi –hatta geliştirmeyi bir yana bırakın bizzat tabanın bulup geliştirdiği güçlü söylemleri işitmeyi bile başaramadılar. Çünkü önümüzde, ilkeleri, değerleri, duruşları olan siyasi partiler değil, sadece genel başkanlar vardı. Ve sonuç ortada, her biri seçimlerin belirleyici aktör rolünü üstlenmekle meşgul olurken, muhteşem bir şeyi belirlediler: dünya politika tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir başarısızlığı! Ve şimdi de başarısızlığın esas nedeninin kendileri olmadıklarını ilan etme yarışına girmiş durumdalar. Hayır, yüzde 48’lik direnişin hiçbir puanı bu genel başkanlar sayesinde olmadı, bu genel başkanlara rağmen oldu! Son on yılda giderek güçlenen, giderek mobilize olan ve giderek sorumluluk üstlenen yurttaşların, insan teklerinin mücadelesi sayesinde. Ve böylesi büyük bir mücadele basiretsiz bir yönetim ilişkileri ağı içinde başarısızlığa mahkûm edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen her esası, cumhuriyet kurumlarının kalbinden bile sökülüp atılmış durumda artık. Suçlamanın suçlu ilan etmekle eşitlendiği, her yerde zorbalığın, baskının arttırıldığı, ülkenin tarikatların kontrolüne bırakıldığı zamanları yaşarken eğitim ve sosyal hakları var eden, toplumsal özgürlüklerin önünü açan, tekke ve zaviyeleri kapatarak laikliği anayasal güvence altına alan kurucu parti, bir devrim partisi, kendi tarihini unutmayı da aşıp kendi tarihini inkâr eder hâle gelmiş durumda.
Yüzüncü yılında bir cumhuriyet, yok olmak üzere ve biz yurttaşlar etkili konumlarda bulunan muhalif politik aktörlerin hiçbir şey yapmadıklarına tanık oluyoruz.
İlk ve orta öğretimde aritmetikten cebire geçiş süreci yaklaşık 6 yıldır. Öğrenciler 6. sınıfa dek temel öğrenilerden biri olan aritmetik becerilerini geliştirip 7. sınıfta denklem konusuyla birlikte cebir bilgisini edinmeye başlarlar. Ve her bir öğrenci cebir bilgisiyle birlikte fark eder ki, problemleri çözmek için cebir, aritmetik yöntemlerden sonsuz kat daha üstündür. Gelgelelim kurucu parti başta olmak üzere, muhalif partiler seçim hesaplarını bir türlü aritmetik üzerinden değil de cebir üzerinden düşünmeye başlayamadı hâlen. Hâlen meselenin bir aritmetik hesabı değil, bir cebir denklemi olduğunu anlayamadılar, anlayamıyorlar, görünen o ki, 6 yıldan çok daha fazla bir süre geçmesine rağmen anlayacağa da benzemiyorlar. Yüzüncü yılında bir cumhuriyet, yok olmak üzere ve biz yurttaşlar etkili konumlarda bulunan muhalif politik aktörlerin hiçbir şey yapmadıklarına tanık oluyoruz. Ve hâl böyleyken her birimizin zihninde aynı soru beliriyor: şimdi, ne yapabiliriz? Yanıt çok açık, artık sadece direnebiliriz. Bir cumhuriyeti, bir devrimi kurtarma adına yapabileceğimiz tek şeydir direnmek. Ve direnmek de zorundayız. Artık, bu açmazlardan çıkma zamanıdır; artık her politik alanda varolma zamanıdır, artık yüzüncü yılındaki bir devrimin varlığını sürdürmek için her alanda, her anda ve her durumda daha çok sorumluluk üstlenmenin, neo-faşist yönetime karşı her alanda, her anda ve her durumda direnmenin zamanıdır. Artık her zamankinden daha fazla cesur olma zamanıdır. Direniş, anlam içeriğini eylemde bulan bir kavramdır. Direnişler kişisel varoluş alanlarımızın yerine toplumsal varoluş alanlarımıza öncelik tanımamızla başlar. Çünkü, kişisel yaşam alanları içindeki romantik varoluşlarımız direnişin ve devrimin intihar alanlarıdır. Direnmek için kişisel varoluşlarımızı, toplumsal varoluşlarımızla ikame etmek zorundayız. Bunun için toplumsal varoluşlarımızı anonimlikten kurtarmalı ve derhâl ona bir karakter ve bir duruş kazandırmalıyız. Asla az şeyle nasıl yetineceğimizi öğütleyen neo-faşist söylemin içinde bireysel kaçış noktalarına sığınmamalıyız. Acil eylem durumları için derhâl düşünmemiz gereken şey, direnme ve örgütlenme tutumlarımızı bir an evvel gözden geçirmektir.