Bizdeki kimlikleşme süreci, Kürtler ve Aleviler dışında ulus-devletin kurgusu içinde yapılaştı. Bu sürecin bir unsuru “Laik ya da seküler kimlik” olarak niteleyebileceğimiz kesimlerle, diğer kısmı da “siyasal İslam” olarak ifade edebileceğimiz kesimler oldu. Son seçimler ve sonrasında olan olaylar, toplumdaki kırılmaların daha iyi görünmesine vesile oluyor. Hemen hemen bütün siyasi pozisyonlarda ikilikler ortaya çıkmakta, partilerin yöneticileri ile seçmenleri arasında farklılıklar her geçen gün gündeme yerleşmekte. Böyle bir dönemin bir tür değişim dönemi olduğunu söylemek bu nedenlerle çok da yanlış olmaz. Değişim dönemi deyince tabii ki sadece bu dönemde yeni bir şeyler oluyor demek değil niyetim, değişiklikler her zaman olduğuna göre, benim muradım daha çok bu değişikliklerin yönü ve içeriği üzerine bir şey söylemek. Tabii ki farkındayım bu mecra (günlük gazete) sınırlı bir mecra. Daha uzun ve kapsamlı analizler yapılmalı. Ama yine de bu mecrayı kullanarak yazdığım bu yazıdaki analize destekler ya da eleştirileri de görmek isterim. Son seçimler ve voleybolcu Ebrar Karakurt’un etrafında dönen tartışmalara hemen her gün yenileri de eklenmekte. En son, CHP Diyarbakır milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun orduyla ilgili eleştirilerine Kılıçdaroğlu’nun ve Faik Öztrak’ın verdiği cevapların yazının girişinde sözünü ettiğim kırılmalara verilebilecek en iyi örnek. Sözünü ettiğim geçen haftaki yazımda şöyle bir sonuca varmıştım: “Neredeyse hiçbir kimlik diğer kimliğin varoluş meşruiyetini kabul etmez bir noktaya doğru ilerliyor. Çünkü, bizim insan malzememizin siyasal tarih içinde aldığı biçim ve düzey asla bir demokratik perspektiften nasibini almış değil. Yani bir kimliğin diğerini anlamak için- demokratik bir düşünce sisteminin parçası olan “empati yapmak” gibi bir çabayı dahi anlamış değildir”. Bu tespitten sonra bazı sorular sordum: “Acaba Laclau ve Mouffe’un “radikal demokrasi teorisi”, bizde olmayan, yani tarihsel olarak farklı süreçlerin ürünü bir insanlık referansıyla mı yazıldı? Eğer böyleyse, bizim, “kimliklerin eşitliği üzerinden radikal demokrat bir hegemonya kurmak” düşüncemiz bir fantezi olabilir mi? Acaba “Herkes kendi köyüne!” mi demeli? Her kimliğin kendi içinde demokratik bir süreci sürdürmesi mi daha doğru? Mesela Kürtler kendi kimliklerinin ima ettiği yeni bir siyasete mi yönelmeli? Bu soruları haftaya tartışmaya çalışacağım” demiştim. Öncelikli olarak altını çizmeliyim ki Radikal Demokrasi Teorisi “Batı”da üretilmiş bir teori. Bunun anlamı bu teorinin referans olarak aldığı Batı toplumlarındaki bireyselleşme ve kimlikleşme süreçleriyle bizim gibi ülkelerdeki benzer süreçlerin aynı olmaması teorinin öngörülerini zayıflatabileceğidir. Nitekim, Batı toplumlarının demokratikleşme süreçlerinde tarihsel olarak aldığı yol, orada kimlikler arası ilişkileri “düşmanca” olmaktan çıkarıp birbirlerini sadece “rakip” olarak görmeye evriltmiştir. Oysa bizdeki tarihsel süreç çok daha farklıdır. Nitekim, sosyolog Hamit Bozarslan geçenlerde verdiği bir söyleşide Türkiye’deki demokrasinin bu farklı niteliğini şöyle ortaya koymaktadır: “Türkiye’nin demokrasi geleneği onu ne şiddet olgusuna, ne darbelere, ne dış siyasette kanlı çıkarlara ne de Erdoğanizme karşı koruyabildi. Türkiye’de demokratik gelenek her zaman çok zayıftı. Tanzimat liberal olmaya çalışsa da demokratik değildi. İkinci Meşrutiyet dönemi kesinlikle demokratik değil, kanlı bir diktatörlük dönemiydi. Kemalizmin demokratik bir dönem olduğunu kimse söyleyemez. 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı DP dönemi hakeza. Komando kamplarının oluşturulduğu, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın ülkücüleri “bunlar vatansever” diye tanımladığı 1960’lar da demokratik değildi. 1970’lerde, 80’lerde, 90’larda yaşananları hatırlayalım”. Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde demokrasinin niteliği böyle olunca bireyselleşme ve kimlikleşme süreçleri de demokrasiden nasibini alamadı. Yine Bozarslan’ı izlersek, örneğin İspanya’nın nasıl demokratikleştiği ile ilgili Bozarslan şu tespiti yapıyor: “İspanya’nın Frankizm’den çıkması onun mirasının sorgulanmasıyla, Bask, Katalan meselesinin ortaya konmasıyla, iç savaşta yaşananların gündeme gelmesiyle mümkün oldu. Frankizm’den çıkış sadece faşizmden, diktatörlükten çıkıp parlamenter sisteme geçilmesi değil, aynı zamanda İspanya tarihinin radikal biçimde sorgulanması ve bütün eksiklikleriyle birlikte Katalanların ve Baskların milli, tarihsel milletler olarak kabul edilmesidir. O yüzden İspanya demokratikleştirilebildi. Bu çerçevede bizde ne oldu derseniz, kesinlikle tarihi gerçekler ulus devletin kurulması uğruna konuşulmaz oldu. Örneğin, Türkiye, kuruluş öncesi ve sonrasında Ermeni soykırımından, Süryani, Alevi (Dersim olayları) ve Kürt kıyımları gibi vahşetleri konuşmadı. Toplumun bilinçaltına attı. Dolayısıyla Türkiye toplumunun Osmanlı’dan devraldığı insan malzemesi birbirlerini “düşman” olarak görme potansiyeli taşıyan ve bu nedenle de demokratik bir toplum olma gereklerini yerine getiremeyen bir nitelikte gelişti. Bu nedenle de bizdeki kimlikleşme süreci, Kürtler ve Aleviler dışında ulus-devletin kurgusu içinde yapılaştı. Bu sürecin bir unsuru “Laik ya da seküler kimlik” olarak niteleyebileceğimiz kesimlerle, diğer kısmı da “siyasal İslam” olarak ifade edebileceğimiz kesimler oldu. Cumhuriyet okulları laik kimliği üretirken, Diyanet ve onun altındaki çeşitli tarikatlar da siyasal İslam kimliğini üretti. Yazının sınırlarını zorlamamak için diyebilirim ki Kılıçdaroğlu’nun bir Alevi olarak Laikleri ve bir kısım İslamcı kesimi bir araya getirmek projesinin (ki aslında bu da bir radikal demokrasi uygulaması olarak görülebilir) suya düşmesinin nedeni de her iki kimliğin de demokrasi fikrinden yeterince nasiplerini alamamış olmalarında yatmaktadır. AKP’den kopmuş ve AKP’nin tabanı olan siyasal İslamcı bazı partilerin demokratik olmaktan uzak yapılarıyla, hala İttihatçı bir zihniyetle ülkeye bakan bir CHP’nin gerçek bir ittifak kurması neredeyse imkansızdı. Yani demek istiyorum ki, birbirlerine neredeyse düşman gözüyle bakan bu iki kimliğin siyasi elitleri temsil ettiklerini düşündükleri kimliklerin içine girip birbirlerini birbirlerine anlatmak ve ulus devlet kurma uğruna halının altına atılmış yanlışlarla yüzleşmenin yollarını  bulmadıkça-yani kimlik içi demokratikleşmeyi sağlayamadıkça- siyasetin normalleşmesi de pek mümkün olmayacaktır. Siyasetin normalleşmesi eğer siyasetin demokratikleşmesiyse, bu talep, aslında Kürt siyasetinin de talebidir. Bu meseleyi de önümüzdeki hafta ele alacağım.