Türkiye gibi çok-kimlikli toplumun iç-çatışmalardan uzaklaşıp var olan sorunlarını çözebilmesi demokrasi fikrinin ve empati düzeyinin yükselmesine bağlıdır. Bu da her bir kimliğin kendi köyüne dönmesine ve kendi köyünün demokratikleşmesine zaman harcaması gerektiğini söylüyor. Günümüz küreselleşen kapitalizminin bir yandan toplumları sınıflaştıran diğer yandan da farklı kimliklere bölen yapısı günümüz toplumlarını iç-çatışmalara (antogonizmalara) açık hâle getiriyor. Şimdilik bu iç-çatışmalar Batı demokrasilerinde kontrol altında tutulabiliyorsa da gelişmekte olan ülkelerde bu yapılamadığından, o ülkelerde siyasi gerginlikler zaman zaman iç-çatışmalara evriliyor. Orta-Doğu, Afrika ve Güney Amerika’da bir çok ülkede gördüğümüz darbeler ya da etnik ve din temelli çatışmalar bu iç çatışmaların örnekleriyle dolu. İnsanlığın tarihsel deneyimi, iç olsun dış olsun bütün çatışmaların toplumlara kayıplar verdirdiğini gösteriyor. Ama aynı tarihsel deneyim bu çatışmaların kaçınılmazlığı yönünde gerekçelerin de oldukça bol olduğunu… Fakat yine de tarihte her zaman için toplumların refahı ve barış içinde yaşamaları ülküsü canlı bir ülkü. Son iki yazımda, yaşadığımız seçimler ve sonrasında olan olayların Türkiye’de siyasal gerginliklerin yönü konusunda endişelere sevk edecek gelişmelere işaret ettiği üzerinden “Acaba herkes kendi köyüne mi dönmeli?” gibi provakatif bir soru sormama neden olmuştu. Çünkü, özellikle muhalefet cephesindeki partilerin aldıkları yenilgi sonucu kendi içlerinde ortaya çıkan tartışmaların rasyonel bir çerçevede olmuyor oluşu, tepkisel ve grupsal nitelikleri, yakında yapılacak mahalli seçimlerin de kaybedileceği yönünde işaretler olarak okunuyor. Seçimlerin kaybı her iki cephedeki partiler ve aralarındaki ilişkilerde sorunlar çıkardı. Bir tür “fetret” devri gibi bir görüntü siyasi alanı kuşattı. “Millet İttifakında” yer alan partiler birbirlerinden koptular. Mecliste bile grup kurma konusunda sıkıntı yaşadılar. Mahalli seçimlerde tek başlarına bir etkinlik göstermeyecekleri açık olduğu hâlde seçimlere tek başlarına girme kararı verdiler. “Emek ve Özgürlük İttifakı”’na gelince benzer gelişmeler burada da oldu. TİP ve EMEP aldıkları milletvekillikleriyle birlikte ittifaktan ayrıldılar. Bu ittifakın başını çeken HDP/YSP’de ise şiddetli tartışmalar oldu. “Herkes kendi köyüne mi gitmeli?” derken aslında ima ettiğim soru şu idi: Kimliklere bölünmüş ve kimlikler üzerinden yükselen partilerle oluşan siyasal alanda “cephe” şeklinde karşı bir hegemonya yaratabilmek acaba imkânsız mı? Bu soruyu sormamın nedeni de şu: İç-çatışmaların (antogonizmaların) yaratabileceği tahribattan kurtulabilmek için siyaseti “düşmanlar arasında bir çatışma değil de rakipler arasında bir çekişme” olarak (agonizma) görülmesini sağlamak neden mümkün olmadı? Neden bu iki muhalefet cephesi hem kendi içlerinde ve hem de aralarında birlikte davranma refleksi oluşturamadı? Bence bu sorunun cevabı Türkiye toplumunun tarihi ve sosyolojik yapısıyla ilgili. Bu konuda söylenecek çok söz var ama ben bu konuda güvenebileceğimiz bir sosyolog ve tarihçi olan Hamit Bozarslan’ın tespitlerini referans olarak alacağım. Bozarslan, bir söyleşide (İrfan Aktan) şöyle diyor: “ “Bugün, Türklük ideolojisini sorgulayan, eleştiren güçlü bir Kürt hareketi ama son derece cılız bir Türkiye demokratik hareketi var. Kürt hareketi varlığını sürdürecektir. Esas sorun Türk demokratik hareketinin nasıl güçlendirileceği, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin nasıl meşrulaştırılabileceği hem konsensüsü hem de dissensüsü içeren bir demokrasinin nasıl kurulabileceği”dir. Nitekim, iki hafta önceki yazımda ben de şu düşüncemi paylaşmıştım: “Bizim insan malzememizin siyasal tarih içinde aldığı biçim ve düzey asla bir demokratik perspektiften nasibini almış değil. Yani bir kimliğin diğerini- demokratik bir düşünce sisteminin parçası olan “empati yapmak” gibi bir çabayı anlamış değil”. Kimlikler içinde “empati” oluşmamışsa, kimlikler arasında da “empati” oluşamaz, bir toplumda empati oluşamamışsa o toplumda demokrasi de kurulamaz. Bence bizim sorunumuz budur.
Her ne kadar Kürt siyasi hareketi toplumun demokratikleşmesi yönünde etkili bir söze sahipse de bu sözü kendi kimliği ve kendi siyasi süreçleri içinde de (yani kendi köyünde de) sürdürmeli ve güçlendirmelidir.
Bu tartışmadan benim çıkardığım, Türkiye’deki farklı kimliklerin kendi siyasi süreçlerine (yani kendi köylerine) bakıp kimlik-içi ilişkilerde ne ölçüde “demokrasinin” işlediğini, bu sürece katılanların ne ölçüde “demokrat” olduklarını  gözlemlemelerinin bir gereklilik olduğudur. Nitekim Bozarslan, daha açık bir anlatımla diyor ki: “Demokrasi tepeden dayatılamaz, bu şekilde kabul ettirilemez. Demokrasi bir pedagojinin, cazibe alanının yaratılmasının, ikna edebilmenin sonucudur. Toplumun kendisini sorgulayabilmesini mümkün kılan bir alan yaratılmalıdır.” Böyle bir alanın Türkler tarafından yaratılması mümkün müdür? Doğrusu bu alanda laik ve muhafazakâr kesimlerin “empati” düzeyleri o kadar düşüktür ki buradan böyle bir başlangıç oluşması çok zordur. Kürt siyasi hareketine gelince: Her ne kadar Kürt siyasi hareketi toplumun demokratikleşmesi yönünde etkili bir söze sahipse de bu sözü kendi kimliği ve kendi siyasi süreçleri içinde de (yani kendi köyünde de) sürdürmeli ve güçlendirmelidir. Ama asıl dikkatlerini kendilerini Türk olarak tanımlayan kesimlere yönelik olmak üzere diri tutup, milliyetçi ve asimilasyoncu devlet politikalarını açığa çıkarıp Türk halkının demokratik bir “empati” üretebilmesine de yardımcı olmalıdır. Kısacası, Türkiye gibi çok-kimlikli toplumun iç-çatışmalardan uzaklaşıp var olan sorunlarını çözebilmesi demokrasi fikrinin ve empati düzeyinin yükselmesine bağlıdır. Bu da her bir kimliğin kendi köyüne dönmesine ve kendi köyünün demokratikleşmesine zaman harcaması gerektiğini söylüyor. Bu yapılabilir mi bilmiyorum. Ama Millet İttifakında yer alan siyasi partilerin bu yöndeki çabaları belki daha hızlı bir değişime neden olabilir. Bu partiler böyle adımlar atabilirler mi? Göreceğiz!