Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı böyle sönük geçmemeli, böyle silik olmamalıydı. Ama oldu bir kere. Bu musibetten gelecek için ders çıkarmak, ne olduğumuz ve ne olmamız gerektiğine dair tefekkür etmek her yurtseverin görevi olmalı. Cumhuriyetimizin 100. yılı -geçen hafta da yazdığım gibi- hayli sönük kutlandı. Sanki sıradan bir yıldönümüymüş gibi geçip gitti. Bunda büyük rolü olan tercihlerden biri, evet tercih kelimesinin altını çiziyorum, 28 Ekim günü İstanbul’da yapılan Büyük Filistin Mitingi’ydi. Bu mitingdeki siyasi mobilizasyon çalışması, 29 Ekim’i gölgede bırakamasa da, mevcut şartlar içinde bile tam randımanla kutlanmasını önledi. Türkiye cumhuriyetinin yüzbinlerce yurttaşı, kendi cumhuriyetleriyle meşgul olmak yerine, ellerinde Şerif Hüseyin’in Osmanlıya karşı isyanında kullandığı bayraklarla, “İsrail’i tel’in” ettiler. Şerif Hüseyin’in bayrağı derken, niyetimin bir ulusun sembolü ve onuru olan bayrağını kötülemek olduğu düşünülmesin. 1910’lara gelindiğinde Halep ve Musul’dan Yemen’e kadar uzanan geniş Arap dünyasındaki Osmanlı idaresi artık arkaikleşmiş, anlamsızlaşmış, çağın gerekleriyle uyuşmazlık içinde kalmıştı. Arap İsyanı dediğimiz olay, Arapça terminolojiyle “el-Savra el-Arabiyye el-Kübra” yani “Büyük Arap Devrimi” son derece anlaşılır bir ulusal kurtuluş hareketiydi. Ne var ki Arap halkları Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopunca önce İngiltere ve Fransa’nın nüfuz alanlarına dönüştüler, daha sonraki süreçte de modern ulus devletler kurmayı başaramadılar. Suriye’den Yemen’e, Libya’dan Filistin’e, Arap diyarlarında her gün az ya da çok kan akmaya devam ediyor. Siyasi iktidar niçin Gazze’deki bir olayı, ki bu olay gerçekten kınanması gereken bir katliamdır, insan hakları ve savaş hukuku ihlalidir o da ayrı mesele, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılından daha çok önemsiyor? İşbu meselenin özünde ulus-devlet olgusunu içselleştirememe durumu vardır. Ulus-devlet bizde hep milliyetçilikle birlikte düşünülür, milliyetçilik denince de akla “Adriyatik’ten Çin seddine”, “Altaylardan Tuna”ya hamaseti gelir. Bizde halk arasında anlaşıldığı şekliyle milliyetçilik, daima eski Osmanlı topraklarına veya Türkistan coğrafyasına doğru bir genişleme ajandası içerir. Oysa ulus-devletin dayandığı en önemli temellerden biri ulusun sınırlarının, neyi kapsayıp neyi kapsamadığının belli olmasıdır. Bu sınırların belirlenmesinde geçerli olan farklı kriterler vardır şüphesiz, fakat bu kriterler değişse de hiçbir ulusun kapsama alanı sonsuza kadar genişleyemez. Bu ne demek oluyor? Ümmetçiliğin ve “pan” önekli milliyetçi hareketlerin ulus-devletle uyuşması mümkün değildir. Ümmetçilikle ulus devlet uyuşmaz. Zira merkezine İslam ümmetini alan bir dünya görüşü, kendi öz kimliğini İslam milleti diye tanımlar, vatanını Dârülislâm olarak görür. Böyle bir dünya görüşü çerçevesinde ne milli kimlik bir ulusla örtüşür, ne de vatan sınırları belli bir coğrafi üniteyle. Milletin ve vatanın sınırı belirsizdir. Bir ümmetçi Gazze’yi yahut söz gelimi Mogadişu’yu veya Hadramut’u vatan görse, kendi dünya görüşünün çizgileri içinde kendisiyle çelişmiş olmaz. Keza Hristiyan veya Musevi yahut ate bir Türk’ü değil, Müslüman bir Malay’ı veya Senegalli’yi kendi milliyetinden görür ki, teorik olarak, yine yanlış değildir. Aynı örtüşmeme meselesi ulus-devletle pantürkist milliyetçilik arasında da mevcuttur: Türkiye Cumhuriyeti, Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türk ulus kimliği tasarlamış. Türkiye’nin yakın çevresindeki Türk azınlıklar (Balkan, Irak, Kıbrıs Türkleri gibi) bu ulus kimlikle doğrudan bir rabıta içinde olmuş, daha uzaktaki Türki topluluklar ise bu ulus kimliğin uzağında kalmıştır. Türkiye’de 1920’lerden itibaren -İttihatçı önderlikle de ideolojik mesafeyi vurgulamak için- pantürkizme mesafe konulmuş, bilhassa en kalabalık Türki nüfusu barındıran Sovyetler Birliği’yle ilişkileri bozmamak için Orta Asya coğrafyasına yönelik bir açılımdan uzak durulmuştur. 1991’de Sovyetler Birliği’ndeki beş Türki cumhuriyet bağımsızlığına kavuşurken, hala bağımsızlığına kavuşmamış Türki topluluklar Rusya’da (Tatarlar, Başkırtlar, Çuvaşlar) ve Çin’de (Uygurlar) mevcuttur. Soğuk Savaş sona ererken, okul kitaplarının arka sayfalarına yerleştirilen Türk Dünyası haritalarının sembolizmi içinde yukardan aşağı yaygınlaştırılan, kitlelere aşılanmak istenen yeni bir dış politika çizgisi devletçe benimsenmiştir.  Bu çizginin asıl muhatapları başka devletlerin hakimiyeti altında yaşayan, “dekolonizasyon” sürecini tamamlamamış Türki halklar değil, Türkiye’nin ağabeyliğini itirazsız benimsemeleri beklenen bağımsız Türki devletlerdir. Din ve ulus birbirine zorla yapıştırılmaya kalkılırsa Pakistan gibi bir garabet devleti ortaya çıkar. Pakistan devleti, İngiliz emperyalizminin Güney Asya’da nüfuzunu büsbütün kaybetmeme ajandasının bir parçası olarak, Hint altkıtasındaki Müslümanların devleti olarak kurulmuştur. Oysa geniş anlamda bir Hint ulusundan bahsedilebileceği gibi, bu bölgede çoğunluğu itibariyle İslam dinine mensup olan Beluç, Pencabi, Sindi gibi milletlerden bahsedilebilir, ancak Hint Müslümanı diye bir ulus yoktur. Böyle olduğu için de Pakistan ilk kurulduğunda nispeten seküler bir çizgide teşekkül etmiş, fakat birkaç on yıl içinde, tek varlık sebebinin din olması hasebiyle, hem ülke içinde köktendinci hareketler büyük kuvvet kazanmış, hem de ülke bütün dünyadaki köktendinci silahlı grupların (başta Afgan Taliban’ı olmak üzere) destek bulduğu, örgütlendiği bir coğrafya haline gelmiştir. Bütün bunların sebebi ise ceketteki ilk düğmenin yanlış iliklenmesidir. O ceket, velev ki Pakistan’ın kurucu babası, şıklığıyla meşhur Muhammed Ali Cinnah tarafından Londra’nın Savile Raw sokağında en pahalı terziye diktirilsin, bir kere yanlış iliklenirse iflah olmak mümkün değildir. Öte yandan pantürkist bir yaklaşımın da varabileceği sonuç da pancermenizmin Alman ulusuna getirdiği felaketlerden farklı olmayacaktır. Genişleme stratejileriyle ulusun sınırlarının belirsizleştirilmesi hem içerde, hem dışarda olanlara hüsran getirmiş, Doğu Avrupa’da Alman idaresinde geniş bir yaşam alanı yaratma fikri hem Alman ulusunu tüketmiş, hem de son tahlilde Almanya’nın bölünmesine yol açan süreci tetiklemiştir. Bugün Türkiye’de bu iki ideoloji de zirvedeyken, hele ümmetçilik teşvik ettiği göç politikası ve jeopolitik öncelikleriyle ülkenin geleceğini çıkmaz bir yola saptırmışken, cumhuriyet ve yurttaşlık bilincinin tecessüm ettiği bir bayramın coşkuyla kutlanması mümkün değildir. Heyhat, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı böyle sönük geçmemeli, böyle silik olmamalıydı. Ama oldu bir kere. Bu musibetten gelecek için ders çıkarmak, ne olduğumuz ve ne olmamız gerektiğine dair tefekkür etmek her yurtseverin görevi olmalı. Bu yıldönümü de kutlamayla değil ağır bir ödevle geçsin böylece.