Yalnızlık ölçülü dozda alındığında birçok hastalığın özellikle günümüz sürü olma ve ayrışamama hastalığının panzehridir. Sonra bizi bekleyen sevdiklerimizle kazandıklarımızı paylaşmak olmalıdır.  Yalnızlık problem değil çaredir! İnsan sosyal bir varlık, şehirleri tıka basa doldurarak bunu teyit etmiş durumdayız. İşin ilginç yanı ise insanlar arası mesafenin azalmasına karşılık hissettiğimiz yalnızlık duygusunun artmış olması.  Günümüzde aile kurumunun oynak temelli oluşu da insanı zorunlu bir hızla yalnızlığa itiyor.  Parti insanı da yalnızlığın pençesinde, münzevi doğanlar da. Şimdilerde özgürlük şarkısıyla dolaştığımızdan ve her türlü ilişkimizde yeteri kadar alan talep ettiğimizden yalnızlık hissimiz doğal olarak arttı. Yapılan araştırmalar Amerikalıların ¼ nin kronik yalnızlıktan mustarip olduğunu, Fransızların ise sık sık yalnızlık hissine kapıldığını söylüyor. Araştırmalara göre kadınlar erkeklerden daha fazla yalnız hissediyor. Biz Türkler için yapılan bir araştırmaya erişemedim. Ama içinde yaşadığım kültürün yalnızlıktan hoşlanmadığı net! Kaynaşık yaşamaya alışkın, cemaatle hareketi önemseyen, kabile yaşamından bir türlü sıyrılmayı başaramamış, birlikte hareketi örf ve adete bağlayan bizler bile yalnızlığın pençesine düşmüş durumdayız. Jean Jacques Rousseau “En büyük korkum yalnızlık” derken çoğumuzun duygusuna tercüman oluyor. Aileden bir türlü ayrılmayı başaramayan, evlendiğinde eşine yapışarak sağlıklı bir ilişki yaşadığını düşünenler bu korkudan fazlasıyla nasibini alıyor. Yalnız yaşlanmaktan korkanlar, yalnız kendisiyle kalamayanlar, yalnız bir faaliyet gerçekleştiremeyenler de en çok buna aşina. Yalnız kalınca ne yapamayacağını bilemeyen kişiler genelde düşünmekten korkanlar. Zaten düşünmek de toplumumuzun nicedir unuttuğu bir eylem. İlgimizi sürekli dışarıda tutmaya alışmışız. Kalabalıklar içsesimizi bastırırken sosyal medya yalnızlığımıza derman oluyor. Yalnızlık hissinin binde bir oranında azaltmanın formülünü buldu insan evladı! Şu da bir gerçek ki yalnızlık halinde içe erişecek olsak da içimiz derin olmadığından ilerleyecek bir alan da yok. Oysa yalnızlık insanlık tarihinde kaçınılan bir durum değildi: Kolomb öncesi dönemde Amerika yerlileri çocuklarını bir süre için yalnız bırakırlardı. İnsanlardan uzak kalan çocuk yetişkinlik hayatına böyle hazırlanırdı. Kanadalı topluluklarda bu beş yaşına kadar inerdi.  Atalarımızın evren yaratılış mitleri bile yalnızlık üzerine kurulu. Bazı mitlerde ilk varlığın yalnızlıktan canı sıkılır ve sonra bilirsiniz işte zamanla evren bugünkü şeklini alır. Yalnızlıkla gelen zenginliği anlamak için önce etimolojisinden başlayalım: Çince yalnız kelimesinin karşılığı “Tu” kelimesidir. “Tu” kelimesi Çincede bazen düzene uymayan aykırı insanlar için kullanıldığında zayıflık olarak görülür. Fakat aynı kelime ne yaptığını bilen bir kişi olarak övgü mahiyetinde de kullanılır.  Yalnızlığın içinde büyük bir hazine gizli. Oysa biz yalnızlığa düştükçe ondan büyük bir hızla kaçıyoruz. Kendime en yakın dönemlerin yalnızlık zamanlarımın olduğunu biliyorum. Kalabalık ve gürültü içinde yakalayamadığım her türlü ilhamı yalnızlığın kollarında buluyorum. Artık çoğumuz kendi özgünlüğümüzü umursamadığımızdan yalnızlığımızdan da keyif almıyoruz. Yalnızlığın tarihi böyle ama biz sosyal varlıklarız. Yaşamımız diğeri olmadan anlamsız. O zaman, kurulması gereken bir denge içindeyiz.  Yalnızlığı, bizi diğerlerine kaynaştırmaya özendirecek bir deneyim olarak yaşayabilmeliyiz. Tıpkı Dostoyevski’nin yaptığı gibi. Önce hücre hapsiyle cezalandırılan yazar, sonra diğer mahkumlarla hapis yatmak durumunda kalır. Ve hissettiği umutsuzluk sonrası coşkuya dönüşür. Biz insanlar için bu gerçekten böyledir. Yalnızlık ölçülü dozda alındığında birçok hastalığın özellikle günümüz sürü olma ve ayrışamama hastalığının panzehridir. Sonra bizi bekleyen sevdiklerimizle kazandıklarımızı paylaşmak olmalıdır.  Yalnızlık problem değil çaredir!