Sevmek ve sevilmenin gizli bir ajandası olmaması hâlinde sevgi gerçek bir hâl alır. Ama gel gör ki insan korkularını aşamıyor. Dünyanın kötü bir yer olduğunu bellemiş bir kere. Kötülüğü beklerken sevgiye tutunuyor yarım yamalak. “Bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne O, olmazsa yaşayamam demeyeceksin Çok sevmeyeceksin mesela O daha az severse kırılırsın Ve zaten genellikle o daha az sever seni Senin onu sevdiğinden Çok sevmezsen çok acımazsın Çok sahiplenmeyince çok da ait olmazsın hem.” Can Yücel’in bu mısraları günümüz insanın aklına mıhlanmış düşünceler. Sevmekte neden bu kadar zorlanıyoruz? Veya ‘Ben sevmeyi biliyorum.’ diyebilen kaçımız sevginin hakiki formunu yaşıyor? Peki neden gerçekten sevemiyoruz? Hayal kırıklıkları ile geçmiş bir yaşamda sevgi büyümez, tıfıl kalır. Aileyle başlayan bir türlü elde edilmeyen sevilmeme hissi, kişinin yaşamında ‘sevgiyle’ ya da ‘sevgisizlikle’ fazlasıyla haşır neşir olmasına neden olur. Her iki durumda da sevgiye korku karışmıştır. Fakat gerçek sevginin olduğu yerde korku olmaz, iyilik hâli olur. Kendinin ve sevdiğinin iyiliğini koruma isteği en başa geçer. Korku kötü olan dünyaya aittir, sevgi ise ancak iyilik hâlinde varolabilir. Sevgiyi vererek almaya çalışanlardan bahsedelim önce: Hiçbir şekilde sevilmeyeceğine inananlardan. Şu ya da bu nedenle anne ve babasından beklediği ilgiyi, onayı alamayan çocuk zamanla içe döner. İçe dönüklük yanına melankoliyi çağırır. Dış dünyaya ilgisini zamanla kaybeden çocuk büyüyünce de bu duyguları taşır. Yalnızken, dört duvar arasındayken güvendedir. Dışarısı tehlikelidir, değişkenler çoktur. Bu kişilerin güven duymaya daha fazla ihtiyaçları vardır. Ama denklemleri, sevilmek için sürekli şekilden şekle giren, sevgi için verme formülünü bulan kişilere dönüşür. Maalesef yaşadıkları sahte bir güven duygusudur. Terk edilme ihtimaline ve sevilmemeye karşı panzehirleri vermek ve vermektir. İdealize bir dünya arayan, gerçek ile ilişkisi çarpık bu tipler pembe bir tablo yaratmak için didinirler. Aşk olmazsa yaşayamayanlar, ilişkiden büyük beklentileri olan bunlardır: çocuklukta alamadıklarını almak için sevgi randevularına asla geç kalmazlar. Bazıları da çıkarcı sevginin peşindedir. Onların sevmediğini söylemek zor önceki örnekte olduğu gibi. Onlar da güvenli olmayan bir yerden kaçarlar aslında. Ve sevdikleri işe yaradığı için sevilir. Onlar diğerlerine nazaran daha gerçekçidirler. Karşısına çıkan insana, bir matematik problemi gibi davranıp, çıkan toplamı nasıl hayatlarında kullanabileceklerine bakarlar. Onları bekleyen kötü geleceği görüp sevmeye karar veren tiplerdir bunlar. Alın işte bu da sevgidir ama bencilce bir sevgi. Russell’in şu cümlesine yer vermenin tam sırası: En iyi sevgi, insanın eski mutsuzluklarından kaçmak için değil de, yeni mutluluklara kavuşmak umuduyla beslediği sevgidir.[1]
İki kişi birlikteliklerini ancak ortak gelişimlerine hizmet eden bir süreç gibi yaşadığında, birbirleri olmadan da hayattan keyif almanın yolunu bilerek mutluluğu arttırma peşinde olduklarında gerçek sevgiye daha yakındırlar.
Gerçekten korkulardan arınmış bir sevgi eşine az rastlanır bir durumdur. İki kişi birlikteliklerini ancak ortak gelişimlerine hizmet eden bir süreç gibi yaşadığında, birbirleri olmadan da hayattan keyif almanın yolunu bilerek mutluluğu arttırma peşinde olduklarında gerçek sevgiye daha yakındırlar. Sevmek ve sevilmenin gizli bir ajandası olmaması hâlinde sevgi gerçek bir hâl alır. Ama gel gör ki insan korkularını aşamıyor. Dünyanın kötü bir yer olduğunu bellemiş bir kere. Kötülüğü beklerken sevgiye tutunuyor yarım yamalak. Sonra da en ufak bir krizde elbise pot yaptığı yerden patlayabiliyor. Sonra verilen emeği sevgiyle karıştırıp nerede hata yaptığını düşünüyor. Ve insan bazen geçmişi aşamıyor: Yargılarına hapis, bencil doğasını terketmekte zorlanıyor ve o yüzden sevemiyor. İnsan işte! -- [1] Mutlu Olma Sanatı, Bernard Russell, 2006, Say yayınları, s. 136.