Tencerenin iktidarları düşüreceğine yönelik algı son seçimde nasıl kırıldı? Ensar Yılmaz, AKP iktidarının asgari ücretli bir toplumu nasıl yarattığını ve ekonomik dönüşüme dair algıyı nasıl değiştirdiğini yazdı. Dünya genelinde uzun bir süredir sağ popülizm veya otoriter kapitalizm diye nitelendirilen politik bir ortamın içindeyiz. Fakat son 2-3 yıl içinde bu türden politik iktidarlar ülkelerinin karşılaştığı iktisadi refah ve demokratikleşme problemleri ile birlikte iktidarlarını kaybetmeye başladılar (Şili, Arjantin, Kolombiya, Brezilya, Bolivya gibi). Çoğumuz son seçimde Türkiye’deki iktisadi durumun da bu tür bir değişime neden olacağını bekledik. Fakat seçimler beklenenin uzağında bir şekilde sonuçlandı ve mevcut yönetim iktidarını sürdürdü. Yaklaşık 20 yıl gibi uzun bir süredir yönetimde olan ve özellikle de son yıllarda oldukça yıpranmış bir iktidarla seçimlere gidildi. Ekonominin iyi gitmediği, büyük bir depremin olduğu, kurumların çöktüğü ve özgürlüklerin daraldığı bir ortamda seçimlere gidildi. Tüm bu koşullar altında iktidar hiç uygulamadığı kadar yoğun bir seçim ekonomisi izledi. Bunun en önemli sebebi de uzun süreden beri ilk defa iktidarın seçimleri kaybetme ihtimalinin artmış olmasıydı. İktidar politik avantaj sağlamak için daha önce kamusal alanda yapmayacağını ilan ettiği ve hatta ülkeye ihanet diye nitelendirdiği çok sayıda politikayı uygulamaya koydu. Bu anlamda 2023 seçimleri cumhuriyet tarihinin en pahâlı seçimi oldu. Bu ortam altında seçim sonuçlarının genel kanının aksine iktidar lehine gelişmesi çoğu insanı şaşırttı. İnsanların hayal kırıklığında bunun çok etkisi olduğu açık. Öyleyse çoğumuz neden gelmekte olanın ne olduğu konusunda yanıldı, yani seçim sonuçlarını neden öngöremedik? Buna dönük düşüncelerimi aşağıda açıklayacağım. Fakat bundan önce şunu ifade etmek isterim, bu tahmin hatasının özünde bilgi problemi vardır. Mikro düzeyde, yani seçmen davranışına dönük bilgiye erişmenin zorlukları ile ilgili bir problem. Çoğumuz doğal olarak mevcut iktisadi yapının durumundan ve anket sonuçlarından çıkarsamalarda bulunduk. Fakat anket verisinin toplanma biçimi, politik ortama bağlı olarak katılımcıların konuşma eğilimi, kriz ve polarizasyon dönemlerinde seçmen davranışlarını öngörmenin zorluğu, anket şirketlerinin politik eğilimleri bu süreci oldukça gürültülü bir bilgi ortamına dönüştürdü. Gerçi partilerin oy oranlarına dönük anket sonuçları, özellikle iktidarın oy oranları konusunda aslında çok da başarısız değildi. Refah kayıplarının çok arttığı 2022 yılının ikinci yarısında iktidarın oy oranlarındaki düşüşü ve sonrasında seçim ekonomisi kapsamında yapılanlarla (EYT, asgari ücret gibi) iktidarın düşen oylarının arttığını gösteriyordu. Ve oy oranı da %35-40 aralığında gösteriliyordu. İnsanların politik tercihleri çok boyutludur. Komplekslik düzeyleri, tutarlılık problemleri, değer yüklü olmaları, iktidarın propaganda gücüne ve imkânlarına ve seçmenin refah tanımının muğlaklığı açısından dolayı çok boyutludurlar ve bu yüzden de kolayca belirli parametrelere indirgemek oldukça güçtür. Fakat muğlak da olsa bireylerin genel refah tanımı içinde iktisadi refahın önemli bir yer tuttuğu çok açık. Bu yüzden, iktisadi nedenlerin seçmen davranışları üzerindeki etki alanı oldukça yaygındır. İktidar bu etkiden çekindiği için kapsamı ve düzeyi şu zamana kadarki en büyük seçim ekonomisi stratejisini izledi. İktidarı seçimde en fazla korkutan unsurun iktisadi sorunlar olduğu açık. Dolayısıyla seçim ekonomisinin yanına devasa propaganda mekanizmanı monte etti. İktidar bloğu (AKP ve MHP) bir önceki (2018) seçimlere göre, yaklaşık 4-5 milyon yeni seçmene rağmen 2 milyona yakın oy kaybetti. AKP’nin bu oy oranı 2002 yılında iktidara geldiği yıldan bu yana aldığı en düşük oy oranıdır ve bir önceki seçim olan 2018 seçimine göre de oy oranı yaklaşık 6 puan düştü (%41’den %35’e).  Bu ciddi düzeyde bir oy kaybıdır. Bunun da en önemli sebebinin iktisadi nedenler olduğunu düşünüyorum. Milletvekili seçimleri bence bu tür iktisadi seçmen tepkilerinin en iyi görülebileceği mecradır çünkü burada çok sayıda birbirinin ikamesi parti söz konusudur.
İktidarı seçimde en fazla korkutan unsurun iktisadi sorunlar olduğu açık. Dolayısıyla seçim ekonomisinin yanına devasa propaganda mekanizmanı monte etti.
Özellikle bazı değerler üzerinden (milliyetçilik ve muhafazakârlık gibi) partiler birbirine yaklaştıkça parti geçişkenliği daha da artar, yani seçmenin iktidar partilerini cezalandırma marjı genişler. Fakat cumhurbaşkanlığı seçimi bunun tersine şu anki hâliyle daha çok değerler üzerinden bir konsolidasyon alanıdır. Cumhurbaşkanını seçmek insanlarda devletin değerlerine dönük bir tercihte bulundukları gibi bir algı oluşturmaktadır. Bu yüzden, bu alanda ayrışma çok daha keskindir, çoğu şehirde (büyük şehirler dışında) oy skalası %30-%70 düzeyinde, yani bir aday %70’e alırken diğeri %30 aldı veya tersi. Oysa milletvekili seçimlerinde parti oyları daha az keskin ve daha fazla partiye dağılmış durumdadır. Dünya genelinde ekonomik krizlerin seçmen oy davranışları üzerinde etkili olduğunu gösteren çok sayıda çalışma söz konusudur. Bunu Türkiye’de de görmek mümkün. 1990’lı yılların parçalı politik yapısının büyük oranda başarısız iktisat politikalarının ve genel kriz atmosferinin bir sonucu olduğunu biliyoruz. 2001 krizi dönemin tüm siyasi partilerini parlamento dışı bıraktı, bugünkü iktidar o krizin bir sonucudur. Seçimlerin krizin etkilerinin devam ettiği bir dönemde yapılması ve acı reçete niteliğindeki politikaların uygulanması tepkinin sert olmasına neden olmuştu. 2009 krizi sonrasında AKP’nin oyları (yerel seçimlerde) 8 puan kadar düştü. 2015 Haziran seçimlerinde AKP, 2002 yılında beri ilk defa tek başına iktidar olamadı (%41 düzeyinde oy aldı). Bunda da 2013 yılından itibaren girilen iktisadi duraklamanın çok etkisi olduğu açık.  2019 yılında büyük şehir belediyelerin muhalefet tarafından kazanılmasının da 2018 yılında başlayan kriz atmosferinde gerçekleştiğini unutmayalım. 2019 Yerel Seçimleri’nde muhalefet neredeyse tüm büyük şehirleri kazandı. 2023 seçimlerinde de benzer tepkinin verildiğini iktidar partisinin oylarındaki yaklaşık 6 puanlık düşüşte görülebilir.
Enflasyon da özellikle 2022 yılından itibaren çok kısa sürede ve çok hızlı bir şekilde yükselmişti (%80 düzeyine ulaştı) fakat daha sonra 2023 yılının ilk aylarından itibaren %40 gibi bir patikaya oturdu. Bu da enflasyonun kontrol altına alındığı gibi bir izlenim yarattı.
İKTİSADİ MEKANİZMA (TENCERE ETKİSİ) 2022 kriz ortamı ile başlayan iktisadi refah kayıplarının seçmen üzerindeki etkileri öngördüğümüzden daha sınırlı kaldı. Ekonominin 2023 seçimleri üzerindeki etkilerini daha iyi anlamak için etkileme kanallarına daha detaylı bakmak gerekir:
  • Hanehalkı gelirleri
Seçim öncesi iktidarın seçim ekonomisi kapsamında yaptıkları hanehalkı gelirlerini ortalamada yükseltmiş gibi görünüyor. Bunu kabaca seçim öncesi emeğin milli gelir içindeki payındaki artıştan da görebiliyoruz. TÜİK verilerine göre 2023 yılının ilk çeyreğinde, yani seçim sürecinde, emeğin aldığı pay bir önceki döneme göre yaklaşık 13 puan arttı (%25’ten %38’e yükselmiş). Bunun yaklaşık üçte biri (4.5 puan) geçici olan EYT düzenlemesinden kaynaklandığı ifade edildi. Asgari ücret artışlarının da buna katkısı olduğunu tahmin etmek zor değil. 2022 yılının son çeyreğinde emeğin milli gelirden aldığı pay son 25-30 yılın en düşük düzeyindeydi. Ve bu oran 2016 yılından beri de sürekli düşmekteydi. Refah değişimi sonuçta relatif bir algıdır, yani uzun süredir ciddi anlamda refahı kısıtlanan insanlar son dönemdeki nispi refah artışlarına daha fazla değer atfettiler. Yani insanlar kendi refah değişimlerini belirli bir zaman aralığında görmek yerine, onları daha kısa zaman dilimleri ile karşılaştırma eğilimi gösteriyorlar. Uzun döneme yayılan bir yoksulluk, yakın zamandaki geçici iyileşmelere pozitif anlam vermeye yol açabiliyor. Nitekim anketler EYT ve asgari ücret artışları ile birlikte AKP’nin oylarının arttığını gösteriyordu. Enflasyon da özellikle 2022 yılından itibaren çok kısa sürede ve çok hızlı bir şekilde yükselmişti (%80 düzeyine ulaştı) fakat daha sonra 2023 yılının ilk aylarından itibaren %40 gibi bir patikaya oturdu. Bu da enflasyonun kontrol altına alındığı gibi bir izlenim yarattı, dahası insanlar enflasyona alışmaya başladılar. Bu yüzden, buradan gelen politik tepki de nispeten hafiflemiş olmalı. Burada asgari ücrete ait ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Özellikle 2016 yılından itibaren ülke ekonomik koşulları ve aktif asgari ücret politikası ile ülke genel anlamda bir asgari ücret toplumuna dönmüş durumdadır. Şu an asgari ücret düzeyi ülkenin medyan geliri ile neredeyse aynı düzeydedir (%94’ü civarında) ve asgari ücret düzeyinde veya altında ücret alanların oranı da %55 civarındadır. Asgari ücretin %10-%20 üstü ve altında alanları dikkate aldığımızda bu oran %70’lerin üstüne çıkmaktadır.  Dahası, formel sektörde çalışanlar için dahi asgari ücretli oranı %50 civarındadır. Asgari ücretin bu kadar yaygınlaşmasının temelde iki nedeni var. Birincisi, makroekonomik istikrarın kaybolması ile ülke genelinde ücret artışlarının sınırlı kalması, ikincisi merkezi ve idari bir fiyat olan asgari ücretin politik olarak kullanılmasıdır. Bu yanıyla, asgari ücret ülke genelinde bir referans ücrete dönüşmüş durumdadır. Tabii bu, seçimleri de etkileyen üç temel gelişmeye yol açtı. Bunlardan biri, aktif asgari ücret politikası alt ücret grupların ücretlerini yukarı taşırken, yüksek ücretlilerin ücretlerindeki artış oranını sınırlandırdı.  Yani ücretler aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya doğru birbirlerine yaklaştılar. Böylece asgari ücretli popülasyonu artıyor çünkü daha önce asgari ücretli olmayanlar da asgari ücretli hâle geliyorlar. İkincisi, bu gelişme firmaların lehine bir durum yarattı. Çünkü firmalar daha yüksek alan çalışanların ücretlerini yeterince artırmadıkları gibi, yeni işçi alımlarında da asgari ücreti daha sık kullanmaya eğilimi içinde oldular. Böylece merkezi olarak belirlenen asgari ücret piyasada oluşan genel ücret düzeyini aşağı doğru baskılayan bir işlev görüyor.  Bu yüzden, şirketlerin toplam maliyetleri içinde emeğin payı da azalmaktadır. Son olarak, bu durum aynı zamanda firmaların istihdamlarını artırmalarına da imkân sağlıyor. Böylece firmalar büyüdüklerinde bunun niteliği çalışanların refahını artıran adil ve paylaşımcı bir özellik olmaktan çok düşük ücretle istihdamı koruyan veya artıran bir nitelik kazanıyor. Bu açıdan bu durum bize ekonomide farklı büyüklükte tencerelerin olduğunu da hatırlatıyor. Zaten yeterince küçük tencere vardı, sayıları arttığı gibi kısmen de boşaldı (bunu sadece seçim öncesine göre de görmemek lazım) ve daha büyük tencerelerin sayısı azaldığı gibi daha fazla boşaldı. İstihdam tencerelerin tamamen boşalmasını engelledi bu anlamda. Fakat tencerenin dolu tarafına bakan seçmenler olduğu gibi, boş kısmına odaklanan seçmenler oldu.
Refah değişimi relatif bir algıdır. Bunun seçimlere etkisini özellikle büyük şehirlerde daha fazla görebiliyoruz. Nispeten asgari ücretin üstünde ücretle çalışanların daha yoğun olduğu büyük şehirlerde seçmen daha fazla tepki verdi.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi, refah değişimi relatif bir algıdır. Bunun seçimlere etkisini özellikle büyük şehirlerde daha fazla görebiliyoruz. Nispeten asgari ücretin üstünde ücretle çalışanların daha yoğun olduğu büyük şehirlerde seçmen daha fazla tepki verdi. Örneğin İstanbul’da asgari ücret ve altında ücret alanların oranı ülke ortalamasının çok daha altındadır. İstanbul’da bu oran yaklaşık %37 iken, bazı küçük illerde %65’lere kadar varmaktadır. Dolayısıyla büyük şehirlerde refah kayıpları daha fazla oldu. Örneğin, harcamalarının önemli bir kısmını oluşturan kiralara daha duyarlı hâle geldiler. Bu yüzden de kira artışlarının en yüksek yaşandığı büyük şehirlerde AKP’nin oy oranında yaklaşık %10’lara varan kayıplar oldu (https://artigercek.com/politika/akp-kiralarin-en-cok-arttigi-10-ilde-de-geriledi-252262h ). Fakat yine de iktidarın iktisat politikalarına dönük büyük şehirlerdeki seçmenin tepkisini sınırlandıran temel faktörün gelirleri daha fazla düşen yüksek gelir grubundaki insanların çoğunluğunun zaten AKP seçmeni olmamasıdır. Bu yüzden, ekonomideki gelişmelerden daha fazla etkilenmelerine rağmen, zaten iktidara oy vermediklerinden, bu etkiyi gözlemleyemedik.
  • Seçim sonrasına dönük beklentilerin rolü
Mevcut iktisadi politikaların olası bir kriz yaratma potansiyeli artsa bile seçmen bunu dikkate almayabilir. Örneğin, cari açık krize dönüşmediği müddetçe bu çoğu seçmenin dikkate alacağı bir değişken değildir. Veya resmi rezervlerin bitme noktasına gelmesi ve bunun olası bir döviz krizine neden olması da seçmeni kaygılandırmayabilir. Dahası son 5 yıldır ülkenin neredeyse her alanda –sosyal, kurumsal, demokrasi ve iktisadi-  uluslarası düzeyde alt liglere düşmesine rağmen seçmen bunu pek dikkate almadı. Ben aslında Türkiye’nin iktisadi ve sosyal açıdan zaten ciddi bir orta dönem refah krizinde olduğunu düşünüyorum; bunu barınmada, sağlıkta, yaygın yoksullukta, işsizlikte, enflasyonda, kurumsal yıkımda, teknolojide, özgürlüklerde ve demokraside görmek mümkün. Yani burada krizden kastım daha çok makro istikrarın buharlaştığı ve ani çöküşün gerçekleştiği bir durum değil, zamana yayılan ciddi bir refah krizinden bahsediyorum. Genel olarak, seçmenin kendi refahına dönük kısa dönem değerlendirmelerinin tersine, ülkenin makro düzeyde orta-uzun dönemde nereye doğru evrildiği seçmenin ufkunun dışındadır. Bu yüzden ekonomik sisteme stres yüklendiğinde, kırılganlıklar arttığında, potansiyel krizlere doğru yol aldığında bunu anlatmak da zorlaşır. Olmayan krizin olası etkileri ile seçmeni yönlendirmek zordur. Ve dahası tüm sorunlara rağmen çok sayıda akademik çalışma iktidara yakın eğilimde olanların ileriye dönük beklentilerinin daha iyimser olduğunu, yani iktidarın sorunları bir şekilde çözeceğine inançlarının daha yüksek olduğunu gösteriyor. PROPAGANDA MEKANİZMASI (KAPAK ETKİSİ) Seçim öncesinde daha önce ifade ettiğim gibi tencere ilkin çok boşaldı, seçime giderken kısmen doldu, yani refah kayıpları bir ölçüye kadar sınırlandırıldı. Fakat oluşan refah kayıplarını önemsizleştirecek bir şekilde tencerenin üstü ideolojik bir propaganda kapağı ile kapatıldı. Yani hafifleyen tencere kısmen yuvarlandı ama kapağını da bulmuş oldu. Böylece iktidar tencereyi kapattıktan sonra devletin devasa propaganda aygıtını kullanarak ilgiyi tercih ettiği alanlara çekti. İktidar yoksulluğu/refah kayıplarını adeta çerçeveledi, yani politik karşıtlığın yoğun olduğu bir seçim atmosferinde refah kriterini daha üst veya soyut bir düzeye çekerek, yaşanan fiili sorunları görünmez kılmayı amaçladı. Yani yoksullaşmayı güçlü bir propaganda ile önemsizleştirdiği gibi, yerine diğer politik öncelikleri (terör, güvenlik, kimlik gibi) ve teknolojik hamleleri (TOGG, TCG Anadolu Gemisi, İHA, SİHA gibi) ikame etti. Soğanın karşısına TOGG’u koydu; ekonominin karşısına terörü kondu. Yoksul insanlara zenginlerin arabaları ile geçtikleri yolları, köprüleri televizyon ekranlarında gösterdi. Liderlerini bir soğana kurban etmeyecekleri ifade edildi ve sadakat talep edildi. Ekonomik problemlerin yaygınlığı siyasetin arz tarafını dönüştürür. Yani ekonomik krizler/kırılganlıklar siyasi partileri etnik-dinsel duyarlılıklar ve ayrımlara daha duyarlı hâle getirir. Örneğin, ülkede eşitsizlikler arttığında, iktisadi gelişmeler alttakilerin aleyhine döndüğünde, diğer gruplara karşı etnik ve dinsel sorunlar sürekli gündemde tutulur. Seçmen kendi refahının aleyhine bir pozisyon almaya itilir. İtalyan iktisatçı Guido Tabellini, göçmen akışının fazla olduğu veya kalıcı etnik gerginliklerin olduğu ülkelerde kimlik sorunlarının ekonominin önüne geçtiğini belirtir. Bu da büyük oranda sağ partilerin lehine bir durum yaratır. Bu tür bir eğilimin Türkiye’de Kürt sorunu etrafında şekillendiğini düşünüyorum. Kürt sorunu etrafında oluşan karşıtlık, iktidara iktisadi başarısızlıkları hamasetle doldurma imkânı vermektedir. Bu aynı zamanda insanların sınıfsal bağlarını da zayıflatan bir işleve dönmektedir. Yoksa ülke gündemi bu kadar yoğun iktisadi sorunlara gömülü iken artan milliyetçiliği başka türlü açıklamak mümkün değildir. Kürt sorunu ülkeyi daha sağcı bir perspektife sürüklüyor. Bu anlamda, Türkiye’de halkı kendi refahının aleyhine hareket eden, eğitimsiz bir grup olarak görmek yanlış, dünyanın genelinde çoğu halklar bu tür propagandalara açık hâldedirler. Trump, Bolsonaro veya Avrupa’nın birçok ülkesinde göçmenler ve politik karşıtlık üzerine geliştirilen dilin benzeri burada da kullanıldı. Birçok ülkede yapılan çalışmalarda örneğin, mülteci sayısından bir artış düşüncesi egemen olmaya başladığında insanlar sınıf kimliklerinden uzaklaşıp, yeniden dağıtım politikalarının göçmenlere yaradığına düşünme eğilimi gösteriyorlar. ABD’de yeniden dağıtım politikalarının düzeyinin bu kadar düşük olmasını ABD’deki etnik çeşitliliğe dayandıran çok sayıda çalışma vardır. Yani kişinin beyaz kimliği arttıkça vergi artışının Siyahi ve Latinlere yaradığını ve bu yüzden de daha düşük vergi oranlarını desteklemektedir. Bu yanıyla, aslında kendi refahlarının aleyhlerine bir tercihte bulunurlar. Örneğin, Obama döneminde ABD’de nüfusun geniş bir kesimine sağlık sigortasını yaymayı amaçlayan “Obama-care” denilen uygulamaya çok sayıda insan karşı çıktı. Beyazların sadece yüzde 29’u bu yasayı desteklerken, Latinler yüzde 61 ve Siyahiler yüzde 91 düzeyinde desteklediler. Çünkü bu yasamanın arkasında ciddi bir ırksal/etnik gerginlik vardı. Beyazlar bu yasanın en fazla beyaz olmayanlara yarayacağını düşündüler. Bu anlamda Türkiye’de iktidarın propagandasını sadece seçim döneminin bir faaliyeti olarak sınırlandırmıyorum. Uzun bir süredir devam eden ve spordan sanata kadar hayatın her alanına kadar yayılan ideolojik bir mekanizmadır. Medyanın neredeyse tamamını kontrol etmesi ve kullandığı tüm devlet imkanları ile iktidarın belli bir anlatıyı yaymasına imkân vermektedir. Bu da kendisi için olumlu haberlerin çarpan, olumsuz olanların da bölen etkisi ile yayılmasına yol açmaktadır. Yani medyanın kontrolü ile genel refah üzerinde oluşan bir “anlatı etkisi” söz konusudur. Daha önceki bir yazımda da ifade ettiğim gibi, zamanın başbakanı Bülent Ecevit’e atılan bir yazar kasanın halkın ekonomiye dair genel algısını nasıl etkilediğini düşündüğümüzde bunu daha net anlayabiliyoruz. Bugün bu olayı kat be kat aşan durumlar söz konusu olmasına rağmen, sosyal etkileri bilgi kontrolü ve tersine anlatı mekanizmaları ile sınırlı kalmaktadır. Bu anlatı etkisi iktidar partisinin güçlü örgütselliği birlikte yerelde çok daha etkin hâle gelmektedir. Bu, insanlara kanaatkâr olmanın ülkeyi sevmenin, mevcut sorunların geçici olduğunu sürekli salık veren ve tüm olumsuzları iç ve dış güçlere bağlayan bir tarihsel, dinsel ve politik zemin üzerinden inşa edilmektedir. Seçmenin kafasında işlerin neden daha kötüye gittiğine dair yaygın bir algı oluşması için bu sorunun insanlar tarafından ortaklaşması gerekir. Fakat buna imkân verilmedi. Aslında 2022 yılının ortalarında iktisadi kriz derinleştikçe bu zihinsel abluka gevşeyebilirdi. Çünkü anormal koşullarda insanların ekonomiye dair algıları birbirine daha fazla yaklaşır, kriz algısı yaygınlık kazanır. Fakat seçim ekonomisi ve propaganda aygıtı buna daha fazlasıyla müsaade etmedi. Muhalefetin de tüm algıları boşa çıkaracak güçlü bir liderliğe ve örgütlülüğe de sahip olmadığını belirtmek gerekir. Diğer yandan, bu anlatının sınırlı kaldığı alanlar oldu. Bunlardan biri büyük şehirler diğeri de gençlerdi. Yani krizin etkilerini daha net hisseden emekçi insanların daha fazla olduğu büyük şehirler ve geleceğe dair kaygıları daha yoğun ve sosyal medyaya daha açık gençler bu “kulturkampf” politikasından nispeten daha az etkilendiler. Şehirdekiler iktisadi çöküntünün oluşturduğu refah kaybının bir müddet sonra bir korku sisi altına itilerek örtülmeye çalışıldığını veya en azından bu hamaset dilinin kendi sorunlarını çözmediğini fark ettiler. Bu yüzden, bu iktidar gençlerin ve farklı eğitim gruplarında emekçilerin yaşadığı büyük şehirlerin onayı alamadı. Son olarak, seçimlerden çok kısa bir süre öncesinde ülkenin geniş bir kesimini etkileyen deprem sonrası ortaya çıkan seçmen davranışının da büyük oranda propaganda aygıtının hem kısa hem uzun dönem etkileri kapsamında görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Deprem sonrasında müdahalelerde karşılaşılan sorunlar, kent rantları etrafında oluşan yığınla suiistimaller ve geciken yardımlar etrafında yoğun bir tartışma oldu. Tüm bunlara rağmen, aynen iktisadi problemlerde olduğu gibi, seçmenden beklenen tepki sınırlı kaldı. Burada şunu da ifade etmek isterim, ülke genelinde olduğu gibi, bu bölgede de AKP oyları düştü. Deprem şehirlerinde iktidarın 3-11 puan bandında oy kayıpları oldu.  Bu oransal düşme ülke genelindeki AKP oylarındaki düşmeye yakındır. Cumhurbaşkanlığı seçimine ise yukarıda ifade ettiğim gibi, seçmenler daha farklı bir anlam yükledi. Bu yüzden, iktidarın propaganda aygıtı cumhurbaşkanlığı seçiminde çok daha etkili oldu. Bölge birçok açıdan, iktidarın kullandığı hamaset dilinin bizzat ve fiili olarak kristalize olduğu bir bölgedir. Her şeyden önce, bölge tarihsel olarak sağ eğilimli ve iktidar partisine oy veren bir özellik gösterir. Dahası, bölge güvenlik politikalarının fiili olarak gerçekleştiği bir alandır. Bölgeden Suriye’ye müdahalelerin yapılması, burada askeri yığınakların gerçekleşmesi ve sınır ihlallerinin sürekli gündem olması bölge halkını uzun süredir hamaset diline çok açık hâle getirmiştir. Bu durumun depremin sonuçlarını önemsizleştirdiğini ve propaganda mekanizmasını bölgedeki seçim sonuçları üzerinde en işlevsel faktör kıldığını düşünüyorum.