Aydan Gülerce Modernleşmenin, Kuzey Avrupa kıyılarında gelişmiş ve dünyayı evrensel biçimde dönüştürme misyonu ile yayılmış bir proje olduğu bilinir. Hedeflenen, belirli kapitalist ekonomik, hukuk, bilgi, kültür ve sanat üretme biçimleri ile ulus-devlet düzeni olduğundan, her karşılaştığı coğrafyada bunun “evrensel” standartlarının sağlanamayışının doğru anlaşılması ve kabullenilmesi, hem merkezdekiler, hem de yayıldığı çevredekiler açısından çok daha zor olur. Elbette, farklı siyasi tarihli sosyokültürel dokular, onun bu ideal toplum modelini ve yurttaş tipini nasıl ve ne zaman alımladıklarına bağlı olarak, yine onun ölçütlerine göre de farklı “alternatifler“ veya “sapmalar” gösterirler. Başka bir deyişle, yeryüzündeki tüm ülkeler, kendi modernleşme ve demokratikleşme süreçlerini, farklı kültürel alt/üst yapılarına, kolektif tercihlerine ve daha da önemlisi farklı tarihsel takvimlere göre, kendi normlarını ve anlatılarını oluşturarak yaşamaktalar. Kaçınılmaz olarak, evrenselci değerlendirmenin 5N/1K  (hangi ölçütlerle neyin, ne zaman, nasıl, nerede, ne amaçla ve kim) tarafından yapıldığına, kısacası hangi konum ve perspektiften bakıldığına göre de, bireylerin veya toplumların, ilerleme (progress) veya gerileme (regress); normal veya anormal, ve benzeri başka pek bilin(mey)en ikicillikler arasındaki bir uca daha yakın yerleri, farklı derecelendirilerek betimlenebilir. DEMOKRATİKLEŞME Dolayısıyla, modernleşme anlatısının başta tektipçilik ve doğrusal değişim gibi bazı ilkelerinin, emek sömürücü politik ekonomik mekanizmalarının ve kapitalist etiğinin; özellikle Avrupa dışındaki coğrafyalara ve fakir toplumlara, Batılılaşma projesi algısı ile yayıldıkça ve alımlandıkça, düzgün çalışmaması ve emperyalizm veya sömürgecilik karşıtı ideolojik söylemler tarafından dirençle karşılaşması olağan. Elbette, onun (neo)liberal politik ekonomik mantığı ve ahlakı ile, sanayi devrimine gecikmiş tarih-coğrafyalarda, ezik ve teknolojiye endeksli güç tutukunu eril zihniyetlerce, bir “iktisadi ve sanayi kalkınma” projesi olarak açımlanması, gayet de uyumlu ve düzeninin çarklarının döndürülebilmesi için elverişli. Ancak, modernleşmenin, yerel (local) veya yerli (indigeneous) kültürel alternatifler arayanları harekete geçirmesi kadar, özcü (essentialist) etnik veya din milliyetçiği yapanların başarısızlığı da kaçınılmaz. Zira, modernleşmenin, bizde ve bazı “az/çok gelişmekte olan” 3. Dünya ülkelerinde hala iyi kavranamamış ve toplumsal pratiklere işlevsel denklikler ile geçerli tercümeleri yapılıp da gündelik yaşama aktarılamamış, fakat en temel belirleyici özelliği olan, onun topyekün bir demokratikleşme projesi olması. Yazının ilk bölümünde de değindiğimiz gibi, ilk çıkışından günümüze kadar (post)modernleşme, evrenselleşme ve küreselleşme, dayatmacı veya gönüllü işbirlikçi projeler. Buna rağmen mutlaka kültüre, ulus-devletlerarası veya aynı ulus-devlet içindeki kurumlar ve özneler arası her türlü somut, yerel ve özgül çeşitliklere göre, sürecin seyri ve üretimleri de değişir. Yani paketin tamamı birlikte işlevsel ve tarihsel olarak olumsal. Öte yandan, ihmal edilen ve kanımca başarısızlığın temel sebepleri olan şu beş noktayı da akılda tutmakta yarar: (1) Demokratikleşmenin bazı soyut ve genel ilkeleri evrenseldir. Bunlar ancak kuramsal bilgi ve yaşamsal deneyimler ile geri-beslendikçe, ama yine ilkesel olarak değişirler. (2) Tıpkı tek bir bireyin özneleşmesi gibi, toplumların demokratikleşmesinin mekanizmaları da hemen hemen aynıdır. (3) Demokratikleşme olmadan modernleşmeden söz edilemez; onun dünyayı daha “ileriye” ve birlikte daha iyi, güzel ve hakça yaşama tarzlarına taşıma misyonu gerçekleştirilemez. (4) Modernleşme, dünyadaki bozuk düzeni değiştirme iddiasını da özne bireyi özgürleştirmek ve özerkleştirmek suretiyle gerçekleştirmek ister. (5) Dolayısıyla, demokratik toplum demokratik birey ister; ona bağımlıdır ve onu da kendisi üretir. Bizde ve yeryüzündeki azınlığın çoğunluğu sömürdüğü pek çok ülkedeki toplumsal başarısızlık, mutlaka bu konulardaki hata veya başarısızlıkla ilişkili olarak düşünülmeli. Dahası, maddelerin diziliş sıralamasına göre süreci ve ürünü belirleyici önemi de artığından; öncelikle bunların ne gibi sebeplerle (örneğin, ihmal, özellikle geri bıraktırılma, becerememe, modern yöntemleri öğrenmeme, duygusal direnç, bilim ve gelenek çarpışması, kolektif tarih ve bilinç) ve benzeri) çalışmadığı çözümlenmeli ve iyileştirilmeli. YÜZYILLIK AYRIŞMA VE BÖLÜNME O halde biz de, Türkiye’ye ve Cumhuriyet’in ilk yüz yılında hangi toplumsal gelişimsel sebep veya süreçler yaşanarak bugüne nasıl gelindiği konusundaki akademik ayrıntı ve tartışmaları, bu yazının dışında bırakarak bakalım. Ancak bilelim ki, “İmparatorluğun küllerinden doğuş” öyküsü, salt Türkiye’ye özgü bir efsanevi tarih anlatısı değil. Aydınlanmanın (Ortaçağ) karanlıktan kaçışı, aynı zamanda da modernleşmenin toplumsal ve adil hukuk ağırlıklı ideal toplumsal düzen arayışı, aynı zamanda da kaostan çıkıştır. Tüm ulus-devletlerin tarihsel anlatıları, farklı derecelerde, ama muhtelif milletlerden oluşmuş karmaşık (complex), karışık (mixed) insan topluluklarıyla ve travmatik bir kargaşıklık (chaos) tablosu ile başlar. Modernleşme, önce bu var oluş kaygılı kargaşayı (kaosu) “ayrıştırır”.  Türlü ölçütlere göre hiyerarşik düzenlemeler ve sınıflamalar yapar veya siyasi söylemsel gruplara “böler”. Sonra da bu parçaların karşılıklı etkileşimli müzakereleri süreci ile nihai (ve ütopik) “bütüncül” demokratik yaşam biçimine ulaşmayı hedefler. Her halükarda ve son tahlilde,  aynı topraklarda yaşayan insanların eş-varoluşunu birlikte ve eşgüdümlü toplumlaşmasını sağlayarak, homojenleşmeyi (benzeşikliği) amaçlar; yani erekseldir. Başka bir deyişle, bu homojenleşme; ütopik de olsa, uygar ve daha iyi bir toplum düzeni için, aynı olmasa da önemli ölçüde paylaşılan idealleri veya birbiri ile uyumlu bir yaşam felsefesini, yani epistemoloji, ontoloji, estetik, etik ve toplumsal pratikler açısından benzeşik olmayı hedefler. Kısacası, “aynı dilde ve dünya görüşünde” buluşma arzusuna işaret eder. İşte bu homojenleştirme başarısı da, ucundaki “hayali havucu” iyi kavrayamayan, eril algı ve zihniyetli, savaşçı, tecavüzcü, istilacı ve işgalci ellerde ve “coğrafyanın kader olduğu” diyarlarda, ulus-devletlerin kendi demokratikleşme becerilerine ve önceliklerine bağlı olarak değişir. Örneğin, bazı ülkelerde, ulus-devletin var oluş ve var kalım savaşı, bekası; derin ırkçı ve dinci milliyetçiliğe bağlanmış ve endekslenmiş olabilir. Onların faşizan eğilimlerle açıklanan bir devlet rejiminin, farklılıkları yok edici veya en uygar haliyle asimile edici bir homojenleştirme projesini ve politikalarını benimsemeleri ve uygulanmaları da çok şaşırtıcı olmasa gerek. Modernleşme, bizim topraklarımıza da Osmanlının 1860-1923 arası “utangaç” döneminden itibaren Batılılaşma projesi olarak ithal edildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün de ‘uygarlığa erişmek isteyip de Batı’ya yönelmemiş toplum yok’ ön kabulü ve dirayetli politikalar ile, Türkiye’de  açık ve hem anti-emperyalist, hem de “gönüllü” katılımcı, kökten dönüştürücü bir devlet projesi oldu. Ancak, ulusun dokusundaki türlü insani, dini, kültürel, duygusal, sosyal, ahlaki, siyasi çeşitlik ve eğitimden ekonomiye kadar gerçek yaşamsal göstergeler açısından son derece eşitsiz tarihsel koşullarda başladı. Tüm başka ülkelerde de olduğu gibi; nüfustaki bu farklılık, çok yönlü, çok boyutlu ve çok zamanlı bu modernleşme projesine elbette aynı biçim ve derecelerde yanıt vermedi. Evrenselci ve standart normların dışında kalanlar, görmezden gelinenler, göz ardı edilenler ve yok sayılanlar, kamusal alanda etkileşime katılmadıkça, görünmez özel alanda bastırılarak birikti. Modernleşmede önemli olan, demokratikleşme ilkelerinin ve mekanizmalarının her yerel tarihsel gerçekliğe uygun olarak kullanılması. Dolayısıyla da esas başarısızlık sebebi,  dünyada da “evrensel” olarak deneyimlenmiş ve büyük insani/toplumsal acılara sürüklemiş olan, ulus-devletlerin, demokrasiyi araçsallaştırarak ve popülist siyasetlerle yozlaştırmayı ve batırmayı becerdikleri yönetişimleri. Bugün Türkiye’nin sancısını çektiği bölünme, böyle geçirilmiş yüzyıllık bir ayrışmanın kaçınılmaz sonucu. Ancak yanlış olan ve yolunda gitmeyerek derin bir yarılmaya ve mevcut kötü tıkanıklığa yol açan, popülist, aşırı kutuplaştırıcı ve ötekileştirici saldırgan siyaset. Hala da, okumuşu okumamışı ile, yönetilen yurttaşların ve yöneten iktidardaki veya muhalefetteki siyasetçilerin kendi istançli tercihleri ile bu kötü alışkanlıktan bir türlü vaz geçememesi. Asırlık siyasipsikolojik içgörüsüzlüğünü; soyut, analitik ve geniş açılı, uzun menzilli düşünememesini; demokratik örgütlenme, kurumlaşma ve şeffaf iletişim konularındaki cehaletini sürdürmesi. TÜRKİYE’NİN SEÇİMİ İşte Türkiye’nin önümüzdeki, ne kadar erkene çekilmek arzulanırsa arzulansın geç kaldığı, belki de yarım asır önce yapılması gereken, seçimi bu. Yarım asır öncesindeki NATO üyeliği ile birlikte ABD, daha sonra da AB üyeliğine adaylığı gibi, farklı Batılı koruyucu ve kollayıcı ağabey ve ablaların, karışık, ihmal veya red edici mesajları ile kafası adamakıllı karışık. Dış dünyaya güvenemiyor ve kendini iyice terkedilmiş, sahipsiz ve yapayalnız hissediyor. “Aklını başına devşirmek” zorunda. Fakat şimdi içeriye ve kendi aklına döndüğünde de, her köşeden kakafonik barsak gurultuları gibi gelen, ilahi göklerden, tarihsel bilincinin dışından, hatta gaipten bile sesler duyuyor ve aklına mukayyet olmakta zorlanıyor. Tam da “gelişmiş gibi” görünüp ve gösterip kendini kandırıyorken, düzlüğe çıktığını sanıyorken, birden ampul patladı ve karanlıkta kaldı. Madem ki artık yeniden ilk zamanlardaki gibi kaotik ve travmatik endişeli ve bölünmekten, (şizofrenik) yarılmaktan filan bile değil, yok olmaktan korkuyor;  o halde, önce kendisiyle dürüst tanışmalı ve (tarihinin) bilincini kazanmalı. Yüz yıl sonrasında Türkiye’nin bu önemli yol ayrımında yapacağı seçim de nitekim tam da bu: “Yüzleşmek” mi? “Yüzsüzleşmek” mi? Sonuç olarak, demokrasi, seçim sandığından (kuş veya civciv gibi) filan çıkmaz. Yaşanmış ve bireysel/kolektif belleğe kazınanlar ve önceki kazanımlar da birden (Schrödinger’in Kedisi gibi) yok olmaz. Ancak, asla “erken veya geç modernite” gibi herhangi bir evrensel, standart, ölçütleri sabit, durağan, hiyerarşik, tek yönlü ve dümdüz bir yolun ucuna da konmaz. Bugünlerde bazı (her şeyi çok ve iyi bilen aydın/entelektüellerimizin) fellik fellik aradığı gibi, yepyeni bir tarihsel anlatı ile de bulunamaz. Demokrasi, bir başlangıç koşuludur ve ancak tüm ilkesel paketi, özel veya kamusal yaşamın tüm katman ve birimlerinde eşzamanlı olarak doğru özümsenip uygulandığında başarı ile çalışır. Birlikte yola koyulduktan sonra, arkası da kendiliğinden bu demokratik toplumsal sözleşmenin esnek protokolün ilkelerine bağlı ve saygılı yaşayarak yol alındıkça, yani diyalojik akıl (1) ile, gelir. O halde, “Türkiye’nin ilk yüz yılı” deyişimiz de tesadüfi veya karamsarlara geleceğe dönük “boş umut” sinyalleri vermek için değil. Her birey insan gibi toplumların da yaşadığını ve sonlu olduğunu hatırlatarak ‘felaket tellallığı’ filan yapmak için hiç değil. Eğer, ayağa kalkıp; sabırlı, serinkanlı, güvenli ve sağlam adımlarla topyekün demokratikleşmeye taahhüt için ciddi bir çağrı olarak okunabilirse, ne mutlu!  * Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi (1) https://daktilo1984.com/forum/ulus-devletin-diyalojik-akli/#.YLka670JijM.twitter
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.