Aydan Gülerce Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’un Fatih tarafından 1453’te fethinin 568. ve hemen sonrasında da Gezi Hareketi’nin 8. yıl dönümleri kutlandı. Farklı tarih okumalarının yanı sıra, çeşitli gelecek projeksiyonları da gündeme geldi. Bugün akılları meşgul eden ise, daha doğrusu son zamanlarda hiç akıllardan çıkmadığı ve aslında uzun süredir pek çok başka açık veya örtük projeler için olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılına hedeflenmiş olan “demokratik seçim”. Ne yazık ki, yukarındaki her iki uzak ve yakın geçmiş tarihsel olayı okuma ve siyasi malzeme yapma biçimlerinden tutun da, gelecekteki Türkiye için nasıl bir toplum, birlikte yaşam biçimi, hatta devlet rejimi arzulandığı fantazilerine kadar, bugün Türkiye bir çok önemli mesele bakımından ve son derece ciddi derinlikte yarılmış durumda. Önceki yazılarımda olduğu gibi, bu iki kısımlı yazıda da, toplumca içine adamakıllı saplandığımız ve çırpındıkça da battığımız artık içerdeki ve dışardaki herkes tarafından görülen, şu berbat “demokrasi-antidemokrasi paradoksu”na (1)  ve bundan nasıl hep birlikte çıkabileceğimize biraz daha yakından bakalım. Yani, ne kadar erkene çekilirse çekilsin, hala iktidar veya muhalefettekilerin her an attıkları yanlış adımlarla uzaklaşmakta olduğumuz “çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi” için, Türkiye’nin gerçek “demokratik seçimi” sorunsalını  birlikte düşünelim. TARİH BİLGİSİ VE KOLEKTİF BİLİNCİ İster kişilerin öznel bellekleri olsun, ister toplumların resmi veya alternatif, ulusal veya uluslararası, yazılı veya sözlü, küresel veya yerel ve benzeri tarihler olsun, sanırım şu beklentisel ilke pek değişmiyor ve kolay vaz geçilemiyor: Tarih bilgisi ne kadar uzak veya yakın geçmişe uzanırsa uzansın, kaç kez yeniden kurgulanmış veya kuvvetli olursa olsun, eğer bugün ile ilişkilendirilemiyorsa, pek bir önemi yok. Buradaki ve “tarihten ders alma” şeklinde klişeleşmiş işlevsel tarih anlayışı, yaşanmış olaylardan öğrenilenlerin; öznenin şimdiki zamanını kavramasına, anlık mikro, mezzo veya makro kararlarına ve eylemlerine yardımcı olduğu takdirde ancak, anlamlı ve etkili olabileceğinin genel bir ön kabulü. Okullarda okutulan Dünya, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarih derslerinin de ötesinde, popüler kültürde tarihe olan ilgi son yirmi yılda giderek attı. Birbirinden ilginç konularda kitapların bol miktarda yayımlandığını görmek çok sevindirici. Yine de uzman veya amatör bir tarihçi olmamakla birlikte, kişisel izlenimim, bunların çoğunun bugünle ve sorunlarla pek ilişkilendirilemediği bir yana; metodolojik anlamda oldukça geleneksel tarih yazıcılığını izlediği, içe dönük veya aynı dönemlerdeki başka tarih-coğrafyalarla ve toplumsal dönüşümlerle de  kavramlar üzerinden pek etkileştirilmediği yönünde. Geçmişi türlü türlü ve yeniden kurgulayan bu anlatıların, ne bugüne ne de geleceğe dönük kayda değer bir şeyler söyleyebilmesi nadir. Türkiye’nin İstanbul’dan,  dünya tarih-coğrafyasının  bizim topraklardan ibaret olmadığını bilmemiz de ayrı mesele elbette. Nitekim 1453, aynı zamanda feodalizmin sona erişi ve (tarih hep bir savaşlar tarihi olarak belletildiğinden olsa gerek!), Yüz Yıl Savaşlarının bitişi olarak da kalmış belleğimde. Ayrıca, 15. yüzyıldan bu yana hızlanmış evrenselleşme ve üstelik son 40 yıldır da iletişim ve ulaştırma teknolojilerindeki ilerlemelerle iyice hızlanmış küreselleşme ile birlikte, yerel, ulusal veya resmi tarihi, kendine dönük veya içine kapalı tutabilmek oldukça zor. Zaten, tarihi belirli bir disiplin, ideolojik veya siyasi görüşe hapsetmek bile son derece anlamsız. Üstelik, kanımca en başta tarihsel öznenin kendisi için veya incelenen nesne hakkında oldukça eksik, geçersiz veya parçalı bilgiler verebileceğinden sakıncalı bile hatta. Zira, tarih, özellikle ülke içi veya ülkelerarası siyaset tarafından araçsallaştırılmaya son derece elverişli alanların başında geliyor. Özellikle okuyucunun kendi kavramsal çerçevesine ve bilgi dağarına göre, en çok da bu anlatıları yorumlama becerisine bağlı olarak, oldukça telkine ve iknaya açık! Her ne kadar Türkiye’de, pek çok akademik alanda olduğu gibi, sıra dışı ve değerli tarihçi bireyden söz edilebilse de, kolektif tarih bilincinin olgunluğu bambaşka bir mesele elbette. TÜRKİYE’NİN YÜZ YIL SAVAŞLARI O bakımdan da işte, yani bugünü daha iyi anlamak ve yarını daha sağlıklı kurgulayabilmek için seçenekleri sağlam öngörebilmek için, Türkiye’nin özgün demokratikleşme mücadelesine daha eleştirel ve yaratıcı yaklaşımlarla bakabilmeli. Tarihsel yaşantıları, içerdeki ve dışardaki olaylarla birlikte değerlendirerek, çok perspektifli, çok yönlü ve çok boyutlu anlamaya ve anlatmaya özen göstermeli. Örneğin, İlhan Tekeli, böyle bir anlayışla, Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi deneyimlerinin siyasi tarihini pek çok çalışmasında oldukça kapsamlı, son derece güçlü ve dakik çözümlemelerle ele alır. Bu süreci, gayet de kolay anlaşılır bir biçimde ve dört dönemle anlatır: Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyadaki modernleşme rüzgarlarından etkilenmeye başladığı 1860’tan Cumhuriyet’e kadar olan döneme “utangaç modernite” dönemi der. Sonraki ve Cumhuriyet projesinin damgasını vurduğu dönem ise, adı üstünde; “köktenci modernleşme”dir. Kurtuluş Savaşı sonrasında bilinen eğitim, kültür ve sanayileşme atılımlarının hepsi, aynı zamanda da dünyada önce büyük ekonomik krizin, sonra da II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı bu çok zor ve kısa zaman diliminde gerçekleştirilir. İkinci ile üçüncünün dönüm noktası olarak, CHP ve DP’li iki partili sisteme geçişe; daha da açıkçası, önce ilk partinin programının popülist eğilimlere, yani ikinci partinin zaten baştan öyle olan programına göre yeniden düzenlenmesini ve sonrada da 14 Mayıs 1950 seçimi  ile DP’nin iktidar olması sürecine işaret eder. Üçüncü dönem, aynen başladığı gibi sürmüş; yani esas itibariyle Cumhuriyet ve demokrasi projelerinin uzlaştırılması için uğraşılmış ve tam anlamda bir “popülist modernleşme” dönemidir. 1980’de “askeri darbe” ile başlayan ve hala içinde bulunduğumuz son dönem ise, artık “modernitenin aşınma” dönemidir. Cumhuriyetin kurucuları asker kökenli oldukları halde, Mustafa Kemal’in onlardan ordu ve siyaset arasında tercih yapmalarını talep ettiği bilinir. Dolayısı ile, askeri vesayetin kurumlaşması 1961 sonrasında kurulmuş Milli Güvenlik Konseyi iledir. Yani üçüncü dönemde iyice kanıksanmış olan “ötekileştirici siyaset” pratiği, siyasi partilerle orduyu da karşı karşıya koymuştur. Dahası, toplumda demokratik rejimin neredeyse sistematik olarak (on yıllık aralarla!) askeri müdahalelerle kesintiye uğratılması olağan bir beklenti olarak yerleşmiştir. Yunanistan, Latin Amerika ve başka ülkelerdeki dikta rejimlerine dönüşen örneklerin aksine, “demokratik sistemin mekanizmaları”nı yeniden düzenledikten sonra yönetimi tekrar sivil siyasete devrettiği görüldüğünden, dolayısıyla da ordunun 1980 öncesi yaşanan acılı ve kanlı toplumsal olayları sonlandırması adeta arzulandığından, hatta talep edildiğinden, o müdahale halkın büyük desteğini aldı. Sonraki yıllarda da bu örüntüyü sürdürecek ve körükleyecek biçimde, küresel zamanın da ruhuna uygun “postmodern” ve teknolojilerin olanaklılığına bağlı olarak, başka türlü müdahaleler ve çarpıtmalı algı operasyonları yaşandı ve yaşanmakta. DEMOKRASİ VE DERİN DEVLET KRİZİ Bugün Türkiye’de toplum artık yeraltına indi. Mafya-devlet-bürokrasi -siyaset-medya-sermaye ilişkilerini merdiven altı yapımı videolardan izliyor. Bir yanda halk, nefesini tutmuş, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğmuş Cumhuriyet’in kuruluş efsanesi’nde olduğu gibi, geçtiğimiz asır boyunca artık taşlaşmış popülist siyaset lavların kapladığı ve içinin özgürlük ateşi sanki sönmüş gibi duran bir volkanın aniden patlamasını bekliyor adeta. Diğer bir yanda da içi geçmiş yönetici liderler, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru hala, dışardan veya içerden bölücü müdahaleler, hatta bir “iç savaş” beklentisi veya söylentisi yayarak ve  “devletin bekası” klişeleri ile insanların kaygılarını depreştiriyorlar. Yıllardır uyguladıkları aynı içi boş vaatler ve hamaset siyaseti ile, hala kitleleri peşlerinden sürükleyip, paralarından, işlerinden, emeklerinden, aşlarından, güvenlerinden, umutlarından sonra, önümüzdeki seçimlerde oylarını çalabileceklerini umuyorlar. Zaman içinde siyasi parti sayıları ne kadar artmış olursa olsun, Tekeli’ye bir kez daha katıldığım gibi (2), Türkiye’nin siyasi demokrasi tarihi veya benzeri bilgi ve düşünce konularında, II. Meşrutiyet sonrasındaki kadar bile fikir zenginliği ve dinamik etkileşimler yaşanmamış olması bir yana, tek partili iktidar zihniyetinin ve siyasi kültürel alışkanlıkların sürdürüldüğü bariz. Sürekli olarak içerde ve dışarda düşmana gereksinim duyularak, özellikle de son 40 yılda giderek artan hızda, küresel postmodern kimlik politikalarının da etkisi ile, ötekileştirme siyaseti uygulanarak ve karşılıklı kötü projeksiyonlar olumlanarak, yani muhtelif düşmanlar yaratılarak, onlarla savaşarak, çok kanlı ve acı kayıplar verildiği açık. O bakımdan da işte, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüz yılına “Yüz Yıl Savaşları” deyişim, salt rastlantısal veya ‘laf olsun, torba dolsun’  diye yapılmış bir “dil oyunu” değil. Bugün, yaşanmakta olan demokrasi ve derin devlet krizini, böyle bir ardalan ile ve kendi tarihsel konjonktürleri içinde yeniden ve doğru değerlendirmeli.  Bazılarımızın hala hayret ve dehşet ile izlediği, husumet dolu şiddetli çarpışmaları da, bu uzun geçmişli siyasipsikolojik eğilimlerin zirvesi ve tüm bastırılmış ve birikmiş öfkelerin patlamaları olarak duymalı. Mavi Vatan arzu-dolu düşüncelerine eşzamanlı olarak, Mavi Marmara’nın şu rezalet halini de sefalet içindeki memleketin salya sümük ağlamasının bir poetiği olarak dinlemeli. Özet ve sonuç olarak, bizi bugüne getiren ve kilitleyen; tüm bu dönemlere hakim olan devlet yönetimine, siyaset yapma biçimi ne ve toplumdaki kolektif demokrasi bilincine egemen olan aynı; popülist ve araçsal demokrasi pratikleridir. Ha Cumhur, ha Millet, ha 3., ha 4. ittifak siyasilerinin ve geniş halk kitlelerinin öncelikle değiştirmesi elzem olan da bu siyaset anlayışı ve habitusudur: Tepeden ve hiyerarşik; merkeziyetçi ve güvensiz; teknokratik ve bürokratik; otoriter ve baskıcı; eril güç odaklı ve ötekileştirici; demokratik ahlak, epistemoloji, ontoloji, estetik ve praksis yönlerinden ham; kendine ve insana yabancı! Elbette, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüzyılında yaşanmış aynı tarihsel olaylara, daha değişik ilgi alanlarından ve perspektiflerden de bakılabilir. Hatta, söz gelimi salt “siyasi psikolojik” adı altında yapılan medyatik çözümlemelerde sıklıkla dikkatimi çektiğinden çok daha geçerli çözümlemelerle ele alınabilir.  Dünyadaki anaakım akademik ve bizdeki popüler algı veya vülgarize pratiklerinde görüldüğü gibi, yönetici liderlerin veya başka siyasi figürlerin karikatürize edilen şahsi kişiliklerine indirgemekten çok daha farklı ve etkili yöntemlerle toplumsal sorunlar ivedilikle onarılabilir ve iyileştirilebilir. Nitekim bu yazıyı burada sonlandırıp, ikinci bölümde daha somut çözüm önerilerine doğru ve birlikte yapmaya çalışacağımız da budur. * Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi (1) https://www.politikyol.com/demokrasi-ve-anti-demokrasi-paradoksu/ (2) https://daktilo1984.com/forum/gorunen-ve-gorunmeyen-devlet-yonetimleri/
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.